Sıcacık bir yaz esintisi eşliğinde, şubat ayının son günü ve 30 derecede güneş altında taksi bekliyorum. Öğrenilmiş çaresizliğimizi bize hediye eden üzerinde uzlaştığımız gerçeklik, yukarıdaki cümlede ne çok mantık hatası buluyor. Oysa ben Güney Afrika’dayım, “ana” kıtada ve orada içimi ısıtan, ruhuma öpücükler konduran bir yaz günü yaşıyorum. Taksiye biner binmez “Merhaba! Nasılsınız?” dediğim şoför müthiş bir açık yüreklilikle “Sayenizde çok iyiyim, günümü şenlendirdiniz!” diye coşkuyla beni selamlıyor. Bir insanı onurlandırmak, bu kadar kolay ve mümkün mü?
Afrika’nın en büyük hediyesi; kişilerden, olaylardan, insanlardan ve hikayelerden bağımsız herkese ve her şeye kalplerini açan insanlar. Okyanusun sonsuzluğuna bakarken yaz esintisinin güçlü bir rüzgâra dönüştüğünü, sakince güneşi selamlayan o derin sularda kocaman dalgalar yarattığını görüyorum. Yine öğrenilmiş çaresizliğim ve genlerime işlemiş o müthiş kabuller devreye giriyor, otomatik başlayan iç sohbetimi dinler buluyorum kendimi: “Bu rüzgâr fırtınaya sebep olacak, sahilde bir dolu insan var ve dalgalar öyle güçleniyor ki hepsini yutabilir, buradan hemen uzaklaşmak gerek…”

Bir dakika ya…Bir dakika!
Kumsalda herkes güneşin ışığıyla mest oluyor, kimse tedirgin değil, bana n’oluyor? O an tüm kabullerimi teker teker çıkarmaya başlıyorum üzerimden, dalgalardan korkuma rağmen denizin ta dibine gidiyorum, üzerinde herkesçe uzlaşılmış gerçekliği de bir gömlek gibi çıkarıverip atıveriyorum sulara ve “bilmeye” başlıyorum: Kendisi müthiş akışkan ve güçlü olan bu koca su, rüzgârın hızına kendini bırakarak acaba yıkıcı bir güce mi dönüşüyor; yoksa eşlikçisiyle birlikte dans etmeyi seçiyor da daha da büyüyor ve kendine ve buna şahitlik edenlere sürprizler mi hediye ediyor? Bu mümkün…mü?

Güzel öğretmenim hep söyler: “Bu hayattaki en uzun yol, akıldan kalbe giden yoldur.” Bu yola insanın kendini koşması için hayat boyu öğrendim zannettiklerini, biliyorum dediklerini, aklının klasörlerine birer nakış gibi işlediklerini, olurları, olmazları, mümkünleri, değilleri kayıtlarından silmesi gerekiyor; daha iyi anlıyorum. Bu bir “öğrenmeyi unutmak meselesi” ve hepimizin kendine görevi.
Bir sıcak şubat günü, ılıkça esen rüzgâr fırtına zannettiğim şeye dönüşürken aslen fırtınanın benim için temsil ettiği çaresizlik, yıkıcılık ve kaos eriyiveriyor sistemimden, yerine çocuksu bir neşe ve “acaba şimdi sırada ne var?” heyecanı doluveriyor. Hayatımda olan ve olmayan her şeye bakış açımı, olan ve olmayan her şeyin benim için mutlaka bir şeye hizmet ettiği gerçeğine çevirebilseydim neler olurdu diye merak ederken buluyorum kendimi. O an yepyeni bir ben oluyorum.
Teşekkür ediyorum Güney Afrika’ya, rüzgâra, okyanusa ve dalgalarına. Bana neler hediye ettiniz, kısacık bir anda neler değiştirdiniz böyle? Çünkü bu, her zaman mümkün.
Sevgimle!

Pırıl Sahil Tekin
Kendini bildiğinden beri yazıyor, yazarken onun için her şey duruyor. Bilinmeyene olan koca bir merakla büyüdü, bir yandan da bilinmeyenden hep korktu. Büyürken korku denen şeyin korkulandan daha fena bir şey olduğunu fark edince rahatladı; yoluna korkmaya, korkuya rağmen yürümeye, büyümeye devam ediyor. Kalbinden geçenleri paylaşmaya niyet ediyor.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.