Dünyanın ucunda yürümek: Patagonya
Mümkünat Yaşam

Dünyanın ucunda yürümek: Patagonya

2014 yılı Aralık ayında Şili-Valparasio’dan başlayan gemi yolculuğu, 2015 yılı Ocak ayında Bounes Aires – Arjantin’de sona erdi.

Brezilya, Şili, Uruguay ve Arjantin’i kapsayan 4 ülkede kıtanın batısından güneyine uzanan pampaları izlemek, dünyanın ucundaki şehir olarak bilinen Ushuaia’dan Beagle Kanalı’nı geçerek kuzeye doğru yol almak, tabiatın sürekli değiştirdiği manzaralara tanıklık etmek olağanüstü bir deneyimdi.

Bir yanda tropikal ormanlar, diğer yanda insan ormanını andıran, büyüdükçe kirlenen ve çirkinleşen şehirler. Bir yanda dorukları bulutlara karışan karlı dağlar, diğer yanda tek bir ağacın görülmediği kayalıklar…

Himalaya Dağlarından sonra dünya üzerindeki en yüksek dağ sırası olan And Dağları ile kıtanın orta kesiminden koparılmış dantel kıvrımlı kıyılar… Kuzeydeki çöl kumullarının en güneyde And Dağları’nın sivri tepelerinden inen buzullara dönüşmesi…Tüm yolculuk boyunca insanı, tabiatı ve yüzlerce tür deniz ve kara canlısına yuva olan Patagonya, bambaşka bir coğrafya.

SOYU TÜKENEN YERLİ HALK

Güney Amerika’nın tarihi 16.yüzyıldan başlatılıyor zira keşif adıyla yapılan istilalar sonrası günümüze yerli halktan hiçbir iz kalmamış. Yağmur ormanlarında halen yaşamlarını sürdüren Picunches yerlileri dışında kıtanın genelinde tüm yerli kabileler sömürgecilerin katliamlarıyla yok edilmişler. Güney Amerika’lı yazar Galeano’nun Ateş Anıları kitabını yerinde okumak, yaşananları anlamak adına gerçek bir bakış açısı sunuyor. Kitapta anlatıldığı üzere Kolomb’un Amerika’ya doğru yol alırken tuttuğu ve “Tanrı adına” diyerek başladığı günlüğünde “Altın” sözcüğü “Tanrı” sözcüğünden daha fazla yer almış.

16.yüzyılda yoğun olarak kıtaya göç etmeye başlayan Avrupalılar kendi kültürlerini yerel halka zorla dayatmış, onlardan yağmaladıkları zenginlikleri de Avrupa’ya taşımışlar. Gemilerini boşalttıktan sonra Afrikalı köleleri boş gemilere bindirerek tekrar kıtanın yolunu tutmuşlar. Soyu tükenen yerli halktan geriye Afrika-Portekiz karışımı melez bir tür ve kültür kalmış.

Yıllarca kitaplar ve filmler yoluyla yaratılan “vahşi yerli-mağdur beyaz adam” algısıyla uygulanan vahşet gizlenmeye çalışılmış. Daha evvel görmedikleri tekneleri ve beyaz adamı merakla karşılamaya gelen yerli halk, dostluğun karşılığını kurşunla almış.

“Aslanlar kendi yazarlarına kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecekler.”

Yukarıdaki söz tüm bu sömürülen ülkeler adına güzel bir tespit.

Güneye, Patagonya’ya doğru yol alırken elişi kağıdından kesilmiş gibi muntazam uzanan sivri karlı dağlar, dantel gibi girintili çıkıntılı kıyılar ve bu ıssızlıkta masmavi gökyüzünde uçan albatroslar, buzlu sularda yıkanan karabataklar. Tüm manzara nefes kesici güzellikte bir film gibi akıp gidiyor önümüzden.

PATAGONYA İSMİNİN HİKAYESİ

Patagonya’da hikâye 1520 yılında İspanya’dan gelen Macellan’la başlamış ve buharlı gemilerin icadı ile eski dünya insanı bilinmeyen yönlere 19.yüzyıla kadar sayısız keşif gezileri yapmış. Macellan, 5 gemi ve yüzlerce tayfa ile bu kıyılara ulaştığında ellerinde meşalelerle onları karşılamaya gelen yerlileri görünce buraya “Ateş Toprakları” anlamına gelen “Tiera del Fuego” adını vermiş. Adaya çıktıklarında ayaklarını olduğundan büyük gösteren çarıklı yerlilere büyük ayaklı anlamına gelen “Patagon” demiş ve sonradan bu yerleşim yeri Patagonya olarak adlandırılmış.

Penguen, flamingo, deniz aslanları ve fok gibi canlılara ev sahipliği yapan Ateş Toprakları, 1831’de Darwin’in de ilgisini buraya çekmiş.  “Medeniyet yer yüzünde sadece Patagonya’da gelişebilir” fikriyle 5 yıl süren araştırmalar yapmış, evrim teorisi için bilgiler toplamış.

Darwin bu topraklara ayak bastığında kanolarla denize açılıp balık avlayan, genelde çıplak gezen, soğuktan korunmak için deniz aslanlarının postuna bürünen yerli kabile “Yamana”lar ile karşılaşmış. Avrupalı istilacıların yerlileri eğitmek, medenileştirmek için onlara giydirdikleri kumaş kıyafetlerde oluşan bakterilere vücut direnci gösteremeyen yerliler teker teker hastalanarak ölmüşler. Denek olarak Avrupa’ya götürülen 4 yerli, eğitime tabi tutulmuş ancak onlar da Darwin’in tespitine göre “subhuman beings without a spiritual life- ruhani yaşamı olmayan insanaltı canlılar” olarak tanımlanmışlar.

Darwin daha sonra yazdığı bir mektupta “Bence yaptığım en büyük hata, doğal ayıklanmadan bağımsız olarak doğrudan çevreden gelen yiyecek, hava şartları vb. gibi etkilere yeterince önem vermemiş olmamdır” diyerek teorisinin eksikliğini belirtmiş. Sayıları gittikçe azalan yerli halk Yamana’ların 6 bin yıllık varlıkları 30-40 yıl içinde sona ermiş.

DÜNYANIN SONUNDAKİ ŞEHRE DOĞRU

Patagonya’nın ıssız bölgelerinden güneye doğru ilerlerken aynı güzellikteki doğanın içinde yer alan karlı dağların eteklerindeki rengarenk çatılı, bacalarından duman tüten tek katlı evlerin mavi denizle buluşması, kıyıyı yeşile boyayan sert iklime dayanıklı bodur, kırmızı çiçekli ağaçlar, toprak yolda ilerleyen küçük arabalar resmin tamamını uyumlu kılıyor.

Burası “el fin del mundo” -dünyanın sonundaki şehir- olarak bilinen Ushuaia. Antartika’nın hemen yukarısında, Arjantin ile Şili arasında kalan bu bölge doğal güzellikleri, barındırdığı yüzlerce çeşit canlı türü, göllerden şelalelere, buzullardan karlı zirvelere uzanan nefes kesici görüntüleriyle çıkıyor karşımıza.

Adı, “Batıya sokulan körfez” anlamına gelen bu şehir, ulaşım zorluğu nedeniyle 1871’de buraya gelen Anglosaksonlar tarafından 1947’ye kadar hapishane olarak kullanılmış. Sürgün kolonisi yaratmak amacıyla birçok mahkûm, aileleri ile birlikte buraya gönderilmiş, karayolu ve demiryolu inşaatlarında çalıştırılmışlar. Onlar sayesinde Ushuaia’ya elektrik, telefon, tren ve ilk yerel gazete gelmiş. 1947 de mahkumlar başka yerlere transfer edilerek hapishane kapatılmış. 1980’lerde 8 bin kişi olan nüfus, turizmin gelişmesi ve Antartika’ya giden gemilerin bu limandan kalkması ile 60 bine ulaşmış.

Ülkenin güneyini gözden çıkarmak istemeyen Arjantin yönetimi, Patagonya’nın kendi kısmına kuzeyden göç sağlamış, Falkland Adalarından getirilen koyunlarla hayvancılık geliştirilmiş, balıkçılık, ormancılık, kömür madeni işletmesi derken bölgede ciddi bir hareket başlamış. Bugün en önemli gelir kaynaklarından biri de şüphesiz ki turizm.

Ushuaia Limanında indikten sonra bindiğimiz katamaranla Beagle Kanalı boyunca yol alıyoruz. Burası Güney Amerika Kıtasının Atlas ve Pasifik Okyanusu ile bağlandığı yer, aynı zamanda Şili ve Arjantin ülke sınırlarının bir kısmını oluşturuyor. Güneye doğru farklı deniz canlılarının koloni halinde yaşadıkları adacıklara doğru ilerliyoruz.

ROTA DENİZ FENERİ

İlk adacıkta yüzlerce albatros kuşunun yaşadığı koloniyi görüyoruz, Bir sonraki adacıkta miskin miskin güneşlenen deniz aslanları var. Kocaman siyah gözleriyle etrafı izliyorlar. Beagle Kanalı’nı geçip bir hayli yol aldıktan sonra Macellan penguenlerinin yaşadığı Isla Mortillo’ya geliyoruz. 40 cm boyunda yüzlerce penguen tıpkı kıtanın eski yerlileri gibi kanatlarını açarak tekneyi karşılamaya geliyorlar. Her biri sevimli halleriyle suda oynuyor, kıyıda güneşleniyorlar.

Bir sonraki adacıkta deniz fokları yaşıyor. Bu deniz canlısı dünya üzerinde yaşayan sürekli gebe olan tek hayvan. Dişi foklar, çift uteruslu oldukları için bir yavruyu doğurduktan sonra diğer yavruyu doğurmak için tekrar gebelik dönemi yaşıyorlar. O kadar büyükler ki yerlerinden kalkmakta zorlanıyorlar. Muhtemelen çoğu dişi ve gebe. En son deniz aslanlarının yaşadığı koloniyi görüp “Foro del fin del mundo” diye adlandırılan “Dünyanın sonundaki deniz feneri” ne doğru yol alıyoruz.

Kızımın küçükken yaptığı deniz feneri yapbozu geliyor gözlerimin önüne. Mavi sularda kule şeklinde yükselen beyaz bir deniz feneri. Az sonra okyanusun dalgaları arasında kırmızı-beyaz deniz fenerini görünce heyecanlanıyorum. Adeta Jules Verne’nin hikayesinin içindeyim.

Onun kitabına konu olan dünyanın sonundaki bu fener, soğuk denizlerde yol alan kaptanlara rehberlik etmek üzere uzakları aydınlatırken, çocukluğumda okuduğum kitabın kahramanı olmak gelir miydi aklıma?

USHUAİA: DÜNYANIN SONU, HER ŞEYİN BAŞLANGICI

Günün ışıkları maviden pembeye dönerken tepemizde uçan albatros kuşlarının peşinde dönüş yoluna koyuluyoruz. Kuzeyi dağlarla güneyi ise Beagle Kanalı ile çevrelenmiş Ushuaia’da Martial Buzulu’na erişen yürüyüş parkurları da yer alıyor. Günümüzden 10 bin yıl önce sona eren ve 2.5 milyon yıl süren son buzul çağından sonra yeryüzünün uğradığı değişiklikler kıyı şekilleri ile burada da kendini gösteriyor. Kıyılarda küçük yerleşimler, toprak araba yolları ve “estancia” denilen koyun çiftlikleri göze çarpıyor.

Bir kez daha böylesine etkileyici güzellikteki yaşam formlarının bu kadar zor koşullarda var olabilmesi, doğanın müthiş gücüne karşı hayranlık uyandırıyor. Limanda tekneden iniyor ve karşımıza çıkan “Fin del Mundo” tabelası altında “Buradaydım” fotoğrafı çektiriyoruz. Etrafa baktıkça her şeyin “Dünyanın Sonu”na endeksli olduğunu fark ediyorum.  Sahilde kocaman bir tabela gözüme çarpıyor; “Ushuaia: dünyanın sonu, her şeyin başlangıcı” diye yazılmış. Hediyelik tüm ıvır zıvırın da bu konsepte göre tasarlanmış olması ticari bir zekâ.

Yokuş yukarı şehrin merkezine doğru yürürken soğuk yüzümü pençeliyor. Önümüze çıkan Poseido isimli hapishane binası sonradan denizcilik müzesine dönüştürülmüş. Pencereden iple sarkan mahkûm maketi binanın geçmişine bir gönderi.

Yokuşun başındaki restoranda ateşin etrafında dönen geyik etinin mis gibi kokusu havaya yayılıyor. Dar ana caddede sağlı sollu şık kafeler, restoranlar yan yana dizilmiş. Vitrinlerde yazlık keten kıyafetler, polar kazaklar, yün örgüler, hediyelik eşyalar sergileniyor. Karşıda bulunan meşhur posta binası, dünyanın bir ucundan sevdiklerine kart veya mektup yollamak isteyenlerin durağı. Civardaki evler geniş bahçe içinde tek katlı ve Avrupai tarzda. Hemen yanlarında tahta ve tenekeden yapılmış gecekondu görünümlü barakalar var. Ortalık spor kıyafetli turistlerle dolu. Dünya turuna çıkmış toz toprak ve çamur içindeki van arabalar yol kenarına park etmişler. Kıtanın en iyi üniversitesi de buraya kurulmuş.

Şehir kendine yüklenen sıfatlarla masallardaki gibi sürprizli değil. Berberi, kasabı, manavı ile basbayağı gerçek ve şirin bir yerleşim. Burada yaşam tabiat koşullarıyla çok zorlu ancak bir o kadar da renkli.

Limana dönerken “Yamana Müzesi” tabelası gözüme çarpıyor. Onca eziyet gören, soyları yok edilen, insan altı cins kabul edilen yerliler için yapılan müzeden ziyade gözümde bir günah mabedi gibi yükseliyor.

Gezgin gözüyle hayranlık uyandıran karlı dağlar, bitki örtüsü, deniz canlıları kolonileri, okyanusun ortası, uçtaki fener, bu şevimli şehir bir masal dekorunda. Ancak hikâyenin derinine inince insanlık adına utanç verici.

Limanda yerlilerin yüzünde ızdırap izleri arıyorum. Gerçi o kadar azlar ki aradan o kadar çok yüzyıl geçmiş ki… İyi ki diyorum, Darwin’in medeniyeti burada geliştirme teorisi tutmamış. Bu bakir topraklar ve tabiat medeniyet adına betona boğulmamış.

Dünyanın sonunda olsam da dünyanın sonu olsa da yaşadığım her an unutulmaz anılar olarak kayda geçti.İyi ki!

İlhan Orel kimdir?

Ankara doğumlu bir eğitimci. 25 yıl severek yaptığı mesleğini noktaladıktan sonra içindeki öğrenme ve merak duygusu ile dünyayı keşfe başladı. Başta Hindistan olmak üzere “güneş doğudan yükselir” diyerek doğudan batıya sayısız gezi yaptı. Gezgin olarak keşiflerine devam ediyor ve her deneyimini mutlaka defterlerine kaydediyor.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.