Farkındalık

Kendinize gülebiliyor musunuz? Gerçekten…

Kendine gülmenin sağlığa iyi geldiğine dair araştırmalar var. İspanya’daki Granada Üniversitesi’nden araştırmacılar, farklı mizah türlerini araştırmaya başladılar ve bazı şaşırtıcı sonuçlara vardılar. Popüler inanışın aksine, kendine gülmeyi içeren şakalar yapanların özgüvenlerinin düşük olmadığını ve depresyona eğilimli olmadıklarını söylüyorlar. 

Araştırmanın baş yazarı Jorge Torres-Marín, “Özellikle,” diyor, “Kendini yenilgiye uğratan mizahı kullanmaya yönelik daha büyük bir eğilimin, mutluluk ve sosyallik gibi psikolojik iyi oluş boyutlarındaki yüksek puanların göstergesi olduğunu gözlemledik.” Başka bir deyişle, kendi kendimize gırgır geçen şakalarımız, muhtemelen bazılarından daha fazla arkadaşı olan, daha mutlu ve daha uyumlu bir insan olduğumuzun bir işareti olabilir.

Konu kendine gülebilmenin gücü olunca eğitimlerinde kendini bol bol anlatma yoluyla öğrencileri güldüren Kerem Şenoğlu en doğru adreslerden biri diye düşündüm. Yönetim ve eğitim danışmanlığı yapan Şenoğlu’nun yanıtlarını okuduğunuzda neşesinin size de geçeceğine eminim. 

YAŞAM ENERJİNİZ SERBESTÇE AKIYORSA NEDENSİZCE NEŞELİSİNİZDİR, YANİ MİZAHA GEREK OLMADAN NEŞELİSİNİZDİR.

Her şeyden önce sizin neşe tanımınızı duymak isterim.

Şuna inanıyorum; neşeyi sadece insanlarda gözlemlemiyoruz. Aslında bütün memeli hayvanlarda bir tür neşe olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bir köpeğin, bir kedinin de neşelendiği, daha doğrusu keyiflendiği söylenebilir. O zaman neşenin, bir insanın mizah yapabilmesinden daha öte bir anlamı olduğuna inanıyorum. Büyük primatlarda, yani goril, şempanze gibi primatlarda insandaki kadar olmasa da belli bir neşe anlayışının olduğu gözlemlenir. Hatta insandaki gülme ifadesi, sinirlenmiş bir primatın dişlerini göstermesi olarak gözlemlenir. İnsanın da aslında mizah yaptığında dişlerini göstermesinin ilginç bir korelasyon olduğuna inanıyorum. Bu benim şahsi görüşüm.

Şimdi ben bu konuda aslında Freud’un öğrencisi olan Wilhelm Reich’ın dirimbilim teorisinden yola çıkıyorum. Yani benim algılayışım o yönde. Ne demek bu? Şimdi bir insanda biliyorsunuz yaşam enerjisi akıyor. Bu yaşam enerjisinin çeşitli doktrinlerde çeşitli isimleri var, işte prana, chi. Adına ne olursa olsun özünde insanın canlı olmasını sağlayan, yaşam enerjisi veren bir akış bu. Bu akış, çeşitli psikolojik ya da fizyolojik etkenlerle zaman zaman tıkanabiliyor. İşte belli noktalarda, biliyorsunuz çakralarda belli oranlarda kilitlenmeler oluyor. Bu kilitlenmeler arttıkça hani tabiri caizse donuklaşıyoruz. Ben uzmanı değilim ama depresyon gibi hayattan keyif almama durumları baş gösteriyor. Şimdi o yüzden benim neşe anlayışım, vücuttaki yaşam enerjisinin dirim enerjisinin rahatça akmasıdır. O zaman bu bir kedide de rahatça akar, işte köpekte de rahatça akar, bir primatta da bir insanda da. Bu rahatça aktığında neşeli oluruz. Mizahla ilişkisine gelirsek, kendi görüşüm; mizah yapmak bu yaşam enerjisinin rahatça akmasını sağladığı için “Komik” deriz, aslında neşeleniriz. 

Neşeyi tetikleyici etkisi vardır yani. 

Evet, aynen öyle. Uzmanların söylediği, özellikle Wilhelm Reich’in üstünde çok durduğu şu; yaşam enerjiniz serbestçe akıyorsa nedensizce neşelisinizdir, yani mizaha gerek olmadan neşelisinizdir. Doğal bir hayattan keyif alma, akma, sosyal ilişkilerde bulunma…İçtiğiniz sudan, kahveden, arkadaşlarınızla sohbetten keyif alırsınız. Ben mesela şu anda sizinle sohbet etmekten keyif alıyorum, yaşam enerjisi rahatça akıyor. Çocuklarda da aynı şekilde. Doğuştan o kilitlenmeler, bloklar olmadığı için onlar doğal olarak neşelidirler diye yorumluyorum.

BİLGİ SAHİBİ OLMAKTAN BİLGELİĞE DOĞRU BİR İÇ FARKINDALIKLA YÜRÜDÜĞÜMÜZDE, KENDİMİZLE DALGA GEÇEBİLME ALANI OLUŞUYOR.

Şimdi gelelim kendine gülmek meselesine. O da bir mizah türü aslında. İspanya’da bir araştırma yapmışlar, kendine gülebilenlerin daha özgüvenli olduğu sonucu çıkmış.  

Yine bu benim kendi yorumum; M.S.2150 kitabında makro mizah diye bir özellikten bahsediyordu. Oradan anladığımla ve kendi yorumumu da eklediğimde dediğinize şöyle cevap vereyim. Bir kere çocuklarda -şuuru henüz potansiyel olanlarda- ve şuuru açılmamış olan insanlarda kendiyle dalga geçmek, kendi gözlemlediğim, sosyoloji, psikoloji ve özellikle kültürel antropolojiden anlayabildiğim kadarıyla pek mümkün değil. Daha çok başkalarıyla dalga geçmek, kendini onlardan üstün görmek şeklinde cereyan ediyor. İşte hepimiz biliriz, okulda en ufak bir kusurumuz çocuklar tarafından “Oooo, o öyleymiş, bu böyleymiş” diye tepki görürdü. Lisede biraz azalmaya başlar ama bu sefer de başka konular gelir. Kızlar ve erkekler arasında sevgili olmakla ilgili birtakım alay etmeler baş gösterir. Özünde şuur henüz açılmamışken, özgüven, kimlik henüz yeterince oturmamışken ağırlıklı olarak kendimizi başkalarından üstün veya aşağı görme şeklinde bir mizah anlayışımız vardır. Hatta “O beni nasıl beğenir, ben kimim ki?” filan diye kendimizle dalga geçeriz ama bu kurban psikolojisinde dalga geçmektir. Ya da Tiran psikolojisiyle dalga geçeriz, yani, “Aman o da kim? Lisenin en popüler kızıyım, en popüler erkeğiyim” filan gibi bir şeyler olur. Bunun makro mizah olduğunu söylemenin pek mümkün olmadığına inanıyorum, ihtiyatlı davranarak. Ancak şuurumuz açılmaya başladığında, şuurumuzun potansiyelini ortaya koymaya başladığımızda, yani bilgi sahibi olmaktan bilgeliğe doğru bir iç farkındalıkla yürüdüğümüzde, kendimizle dalga geçebilme alanı oluşuyor diye inanıyorum. Bu bir alan yani. Bu alan, özgüven toprağından yaşıyor. Çok şairane oldu.

Ama güzel oldu. 

Özgüven biliyorsunuz bir öz değer, kendine değer verme ve yeterliliktir. Bu özgüven toprağı varsa bu makro mizah dediğimiz, başkalarıyla dalga geçmeden, herkese saygı göstererek, yargılamadan, kendimizle mizah yapmak değil de kendimizin düştüğü olay ve durumlardaki ironiyle bakmak olarak yorumluyorum. Özünde aslında ne kendimiz ne de başkasıyla, şahsın kendisiyle mizah yapmamalıyız. Hepimiz ilahi varlıklarız, belli bir saygınlığı hak ediyoruz, sevgi ve saygıyı burada konuşmaya bile gerek yok. Dolayısıyla makro mizah, belli bir şuur seviyesini geçene kadar pek mümkün olmuyor. Başkalarıyla dalga geçmek olarak kalıyor. 

Şuur açıldıkça kendi başımıza gelenlere gülebilmeye dönüyoruz. Onları dert etmek yerine gülerek kolaylaştırmak diyebilir miyiz? 

Kendimden canlı örnek vereyim; gerçektir bu anlatacağım şey. Şimdi ben 65 doğumluyum. Benim büyüdüğüm çağdaki müzikleri filan biliyorsunuz. Bunu ilk fark ettiğimde Orta 2’de filandım. Bir şarkı vardır, “Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı” diye. Bilirsiniz çok eski, çok hoş, müzikalitesi çok yüksek bir şarkıdır. Annemler radyoda falan dinlerdi. Ben ortaokul ikinci sınıfa kadar buruk acıyı, burukacı, yani darbukacı gibi bir şey sanıyordum. Buruka diye bir çalgı var, hangi kapıyı çalsam burukacı çıkıyor sanıyordum. 

İtiraf ediyorum, uzun zaman ben de öyle sandım. (Röportajın bu bölümünde epey neşelendik..)

İşte Orta 2’de bunu fark ettiğimde kendimle acayip dalga geçmiştim, hâlâ geçiyorum. 

Bu yaşa geldiğimizde de yine benzer başka hatalar, yanlış anlamalar olabilir. Şuna ne dersiniz, mükemmel olmadığımızı ve hata yapabileceğimizi kabul etmekle çok örtüşen bir şey değil mi?

Mükemmel ve bunu görmek, “Evet böyleyim kardeşim” demek. Yani küçükken saçma sapan koşuyordum, kafayı göz her gün yarıyordum, evet yani. Bunu böyle “Aman eyvah” demek yerine, o makro mizaha getirip, “Evet komik durumlara düştüm. Bende bir problem yok. İnsanım, abuk subuk şeylerim var, muhteşem şeylerim de var” demek. Toplam bir şeyden bahsediyoruz. Ben oğlumun babasıyım, eşimin kocasıyım, okulda eğitmenim, işte falan filanım, yani bunların hangisi benim? Hepsi benim. Çocukken de işte saçma sapan şeyler yapıyorduk. Evet, yani bunlar beni buraya getirdi olarak algılamak gerek diye düşünüyorum.

Diyelim ki beş kere manevra yaptım olmadı, yamuk yumuk park ettim. Bundan acayip utanç da duyabilirim, ay yine yapamadım ya deyip kendime de gülebilirim. 

Aynen öyle. İkincisi rahatlatıcı.

Birincisi ne yapar? İçeride ne olur?

Şimdi şöyle; ikincinin çok rahatlatıcı olduğu, hatta ikincinin yapma yeterliliğini daha da açacağı kesin. Daha dikkat edersin falan… Birinciye tabiri caizse kendini dövmek diyorum. “Yine park edemedim, yine yapamadım” tarzında içimizde çok acı bir şekilde sürekli tekrarlayan, bizi sürekli aşağı ve yetersiz duruma getiren mikro inançlarımız var. Mikroyu da kötü anlamda kullanmıyorum. Dar bakış… “Piyanonun başına ilk defa oturdum, Rahmaninof çalamadım” gibi. Çalabilmeyi mi bekliyordun? Bir kere beklentiyle ilgili bir şey bu mikro inanışlar. 

İkincisi, işte o özgüven toprağı henüz oluşmadıysa her yetersizlikte, her türlü başarısızlığı, kendi başarısızlığı olarak almak. Ustalık yolunda yürünürken yaşanan, yetersizliği görüp deneyim olarak almamaktan kaynaklı. Hâlbuki ne var? Yani bin kere yapacaksın ondan sonra olacak. Michael Jordan bir atışta Michael Jordan olmadı. Her seferinde kendini gömseydi problem olurdu. 

Şimdi birincisindeki durum şu; utanç isteği… Buna psikolojide bildiğim kadarıyla, egonun durumumuzu ve bizi yargılaması deniyor. “Bunu nasıl yaparsın? Ne yapıyorsun?” tarzında yargılamasından kaynaklanıyor. Egonun bizi yargılaması, benden hiçbir şey olmaz filan gibi bir durum yaratıyor. Bu da Wilhelm Reich’in anlattığı kadarıyla, yaşam enerjisinin rahatça akmak yerine içe kapanmasına sebebiyet veriyor. İçe kapanma zaman zaman gerekir, işte yaralanmışsındır falan ama her zaman değil. Bazen de kalkıp bir şey yapman gerekir. İçe kapanmanın bir zamanı var, her başarısızlık ve her yetersizlikte içeri kapanırsan -ki günümüzde başarıya odaklı bir toplumuz, bulunduğumuz sosyokültürel ortam bize sık sık içeri kapanmaya yöneltiyor- probleme yol açıyor. Birinci durumu burada tavsiye etmiyoruz. Tabii yapmayın demekle olmuyor yani.

KENDİNİ KABUL ETMEK ASLINDA BİR KABUL EDEN, BİR KABUL EDİLEN, BİR DE KABULÜN KENDİSİ GİBİ ÜÇLÜYÜ VAR EDİYOR. BEN ONUN YERİNE HANİ DAHA KENDİMCE GENİŞLETMEYİ İSTEYEREK; KENDİNİ KABUL ETMEK DEĞİL DE KENDİNE BAKMAK, KENDİNİ ALGILAMAK OLARAK DİYORUM.

“Kendini kabul etmeden kendine gülemezsin” diye bir cümle okumuştum. Kendini kabul etmek ne demek, onu da bir açalım mı?

Kendi anlayışımı aktaracağım. Kendini kabul etmek aslında bir kabul eden, bir kabul edilen, bir de kabulün kendisi gibi üçlüyü var ediyor. Ben onun yerine hani daha kendimce genişletmeyi isteyerek; kendini kabul etmek değil de kendine bakmak, kendini algılamak olarak diyorum. Eğitimlerde söylediğim bir şey vardır, şartlar yargılanmaz, şartlar algılanır. Çünkü yargıladığında kendini bir konuma, o benden yukarıda aşağıda gibi bir konuma, bir Gayya kuyusuna sokuyorsun. Bir yere varıyor mu? Valla karanlığa varıyor. Bir yere varmaz, oradan bir usta çıkmaz. Ancak hani MS 2150  kitabında anlattığı gibi işte o başarıyı yapabilmek için 1124 kere başarısız olman gerekiyorsa, 1123’ncü başarısızlığında “bakın hâlâ yapamadım” diyorsan mevzuyu anlamamışsın demektir. Çünkü 1126’da o başarısızlığın o işi yapamamanın, 1124 tane durumunu gördün demektir. Artık anlamışımdır yani değil mi, ondan sonra ne yapsam başarı olacak zaten. Ama işte 900’de, 600’de ya “Zaten olmuyor” dediğinde yani kendini yargıladığında şahsi görüşüm o Gayya kuyusuna düşüyorsun. Kendini kabul etmeyi ben kendine yargılamadan bakmak olarak genişletmeyi tercih ediyorum.

Çok güzel oldu aslında. Çünkü kabul deyince bir de kabul eden seviyesi oluyor.

Kim ediyor? Üstün olan bir şey var orada ve o kabul edecek. 

AFFETMEK, BAŞKASINDAN ÜSTÜN OLMA MİKRO POTANSİYELİNİ BARINDIRDIĞI İÇİN BEN YARGILAMADAN DURUMA BAKMAK OLARAK ADLANDIRIYORUM.

Peki o zaman şuna ne dersiniz; yazar Susan Sparks demiş ki kendine gülebilirsen kendini affedersin. Kendini affetmek nedir o zaman, o da mı aynı şey?

Yine orada bir affeden ve bir de affedilen var. Ben senden üstünüm, o yaptığın durumu hoş görüyorum. Böyle bir ters kibir diyelim ona. Gizlenmiş bir kibir algılıyorum, tamamen şahsi görüşüm. İstediğiniz gibi yorumlanabilir. Ancak o affetmek, başkasından üstün olma mikro potansiyelini barındırdığı için ben yargılamadan duruma bakmak olarak adlandırıyorum. Hani zamanında işte arsaları dedeme teklif etmişler almamış, alsaydı şimdi trilyonerdi. Evet ama almamış. Ama alsaydı… Kardeşim, almamış. İşte olmuş olanı kabul edememek… Yönetim eğitimlerinde hep şöyle derim; bir şeyi yönetiyor olan insan diğerlerine göre durumu en hızlı kabullenendir. Bir yönetim danışmanlığı yaptığım fabrikada ustabaşı içeri girdi, bilmem ne makinesinin iğnesi kırıldı dedi. Kim kırdı, ne oldu, 15 dakika böyle tartıştılar. Ben de dinliyorum. Dedim ki 15 dakikadır kimin yaptığını tartışıyorsunuz, velev ki buldunuz, hadi getirin dövelim. Ama makine 15 dakikadır üretim yapmıyor. Şu anda para kaybediyorsun. Durumu derhal yargılamadan algıla ve gerekeni yap, sonra o kadar istiyorsan kimin yaptığını bul. Kendini affetmeyi de böyle algılıyorum. Yani niye öyle yaptım, niye böyle yaptım değil, yaptım tamam ama bundan sonra bir daha olmaması için ne yapmam gerekiyor? 

Problemlere yaklaşım ile ilgili küçük bir bakış açısı söyleyeyim size vereyim sözü. Biz genelde problemleri çözdüğümüze inanırız ama problemler çıktıkları noktada çözülemezler. Çıkmış, olmuş. Problemin hasarı giderilebilir ancak problemi çözmüyorsun. Çözmek demek bu problemin bir daha olmaması için neler yapılması gerektiğine odaklanmaktır. Yani kendimi affetmek yerine şöyle demeyi tercih ediyorum; bunu yaptım, hasarı telafi edebilirim mümkünse, bundan sonra olmaması için de aklım erdiğince önlem alırım. Ben affetmeyi biraz genişten böyle algılıyorum.

Peki kendine gerçekten doğal bir şekilde gülebilen insan…

Hakikaten geçmiştir konuyu artık.

Böyle bir insan dışarıdan nasıl algılanır?

Bizim toplumumuzda biraz deli galiba, bu böyle her şeye gülüyor, Pollyanna’cı mıdır nedir diye algılanıyor. Doğru ya da yanlış demiyorum ama algı bu. Kendiyle dalga geçebilen insan için Anglosakson kültür almış, işte bu da havalı bir adam filan gibi de bir algı var. Ben oysa kendi yargısız bakabilmenin bilgeliğin en üst seviyelerinden biri olduğuna inanıyorum. 

YAPMA MODUNA GEÇMİŞ KEREM İLE ARTIK DALGA GEÇİYORUM

Siz en çok hangi konularda gülersiniz kendinize?

İş hayatımda “Yapın, edin, getirin, Romalılar, muhafızlar!” diyen bir adamım. Eşim benle çok dalga geçiyor. Mesela sabah saat çalıyor, diyorum ki “Bugünün planı açıklıyorum!” Diyor ki dur, daha yeni kalktık, yavaş falan. Ben şunu yapacağı bunu yapacağım diye sıralıyorum. İşte yapma moduna geçmiş Kerem ile artık dalga geçiyorum. Dalga geçmek artık rahatlatıyor bu konularda.

Ama bunu yapamayan birçok insan var hala… Nereden başlamalı? Nasıl rahatlamalı?

Kendimin nereden başladığını söyleyebilecek kadar cüretim var. Yani insanlara akıl veremem ama ben buna şöyle başladım diyebilirim. Her insanın durumu, yaşadıkları, psikolojik durumu filan hepsi farklıdır. Çok uzun zaman oluyor, Vipassana diye bir eğitim almıştım. Belki almışsınızdır. Her şeyi yavaş yapıyorsun, sakin, konuşma yok, bir çileği 3 dakikada yiyorsun. Bir şeyleri yavaş yapmak ile başlamalarını öneririm. Bu olmayacak ilk başta, yani asla olmayacak ama bir şeyi yavaş yapmak, kendini kabul etmek, yargılamadan bakmak gibi şeylerin yavaşça tutuşmasını sağlıyor. Bir kere hemen olmaz. Kendimden biliyorum, hemen olmaz. Hatta Zen Budizmi konusuna biraz eğilmelerini öneririm. Hep verdiğim örnekler var eğitimlerde. Çay demleme seremonisi mesela… Youtube’da izleyebiliyorsunuz, ben buna katıldım da. Orada bildiğiniz çay içmek için 4 saatlik bir seremoni var. Sonunda içilen iki yudum çay, hani üç olur belki, demek ki orada çayın içilmesinden değil, bunun hazırlanmasından keyif almaktan, süreci mükemmelleştirmekten keyif almaktan bahsediyoruz. Günümüz dünyası çok fazla sonuca yöneliyor, doğru ya da yanlış benim haddim değil ancak sürece yönelmek, doğru hızında yapmak bence olayı başlatıyor. Ama hemen olmayacaktır garanti veriyorum.

NEŞEYİ GETİREN, KENDİNE VE BAŞKALARINA GÖSTERDİĞİN ÖZENDİR

O zaman olayın içindeki neşeyi fark ediyoruz değil mi?

Neşesi orada, o süreçte.

Açığa çıkıyor evet.

Mesela bir kadın yapmıştı katıldığım o çay seremonisini. Bir peçete katlıyor, diyorsun ki ben de peçete katlıyorum kardeşim, niye böyle yapamıyorum. Böyle bir özeni var. Son cümlem; neşeyi getiren, kendine ve başkalarına gösterdiğin özendir diyelim.

Çok güzel oldu. Teşekkür ediyorum. 

Ben teşekkür ediyorum.

 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

yaprak-cetinkaya
Gazetecilik eğitimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aldı. 27 yıldır farklı görevlerde daima mesleğine aşık bir hal ile çalışıyor. Gazeteciliği en çok wellbeing, kişisel gelişim, psikoloji, ezoterizm, mitoloji gibi daha az konuşulan konular üzerinden yapmayı seviyor. Mümkün Dergi, Yuka Dükkân ve Yuka Ajans’ın kurucu ortaklarından…