“Hayat bir gün. Hayatı sevmek, o bir günü sevmek. Gündelik rutine tutunabilmek. Bunun için üç erdem gerek insana: şükran, şefkat, öz disiplin. Hayata şükran duyabilmek, kendi gerçekliğinin kabulünü gerektirir. Sende olana şükretmekten önce, kıyası bırakmakla, başkasında olana haset etmemekle başlar. Sende olmayana sahip görünen öteki karşısındaki “eziklik” ezici bir mesele olarak hayatının merkezindeyse dünyan iki kutupludur: ezenler ve ezikler, çekiçler ve çiviler. Her nefeste “Şimdi hangisiyim?”i kollamaktan hayatı kaçırırsın. Oysaki “eziklik” bir mesele olmaktan çıktığında aşkınlaşır insan. Sistemik propagandaya iman etmeden yaşamak, huzur bulmak, kendinden ve hayattan hoşnut olmak mümkün. Hirayama’da gördüğümüz o içimizi ısıtan, gözlerimizi yaşartan aşkınlık da bu hoşnutluğun bir sonucu. Kabul ve yakınmasızlıkla gelen dinginlik… Ben, kendime çok yakın buldum Hirayama’yı. Çok daha karmaşık sorumluluklarım olsa da hayatım Hirayama’nın hayatıyla prensipte aynı çünkü. Rutin, düzenli, büyük bir özenle tenha, temiz ve sade tuttuğum; işime, doğaya, sanata saygı duruşunu ihmal etmediğim; her günü için ayrı şükran duyduğum bir seküler derviş hayatı. Tavsiye ederim.”
Bu satırlar, “Yatıyorum Bir Şey Diyor musun?”, “Hepimiz Narsistiz” kitaplarının yazarı, klinik psikolog Şule Öncü’nün kendi X hesabından paylaştığı cümlelerdi. Herkesin mutluluk, en azından yaşamdan tatmin ya da başka bir deyişle, “memnuniyet” formüllerini aradığı ve özellikle de sosyal medyada bol miktarda tabir-i caizse pazarladığı bir dönemde sade bir dingin bir yaşam tarifiydi bu.
Kimdi peki Hirayama? Bize nasıl bir model olabilirdi?
Hirayama, aslında bir film karakteriydi. “Berlin Üzerindeki Gökyüzü”, “Dünyanın Sonuna Kadar”, “Paris, Texas” gibi benim de çok sevdiğim filmlerin yönetmeni Wim Wenders’ın 2023 yılında, 76. Cannes Film Festivali’nde gösteilen ve Altın Palmiye için yarışan klinik Japonya ve Almanya ortak yapımı olan “PerfectDays” filminin kahramanıydı. Tokyo’da umumi tuvalet temizleyicisi olan Hirayama’nın (Kōji Yakusho) rutin yaşamını anlatan film Kōji Yakusho’ya En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandırdı. Aynı zamanda bu film, 96. Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film dalında aday gösterildi.
Filmin konusuna gelirsek Hirayama, Tokyo’nun Shibuya adlı lüks semtinde, Sumida Nehri‘nin doğusundaki bir mahalledeki mütevazı evinin karşısında, umumi tuvalet temizleyicisi olarak çalışmaktadır. Yapılandırılmış, ritüelleştirilmiş yaşam tarzını her gün şafak vaktinden itibaren tekrarlamaktadır. Boş zamanını işe giderken minibüste dinlediği müzik kasetlerine ve her gece uyumadan önce okuduğu kitaplara ayırmaktadır. William Faulkner ve Patricia Highsmith’in öykülerini ve Aya Kōda’nın makalelerini okur. Rüyaları her günün sonunda titrek izlenimci sahnelerle gösterilir.
Hirayama ayrıca ağaçlara çok düşkündür ve bahçecilikle ve onların fotoğrafını çekmekle vakit geçirir. Her gün bir türbenin arazisindeki ağaçların gölgesinde sandviç yer ve dallarının, yapraklarının ve ‘Komorebi’nin (güneş ışınlarının ağaçlar arasından süzülüp yarattığı alacalı ışık) analog fotoğraflarını çeker. İşinden duyduğu gurur ve titizliği açıkça görülür. Gerek genç çalışma arkadaşının ondan para istemesiyle, gerekse hayatına ergen çağındaki yeğenin hayatına aniden dahil olmasıyla Hirayama’nın ‘mükemmel’ hayatının kökenlerine, arka planına inmeye, hikâyesinin derinliklerini anlamaya başlarız. Yine de mesele hikâyesi değil, onda öykündüğümüz şey 21. Yüzyılın kaotik dünyasında Hirayama’nın neredeyse hiç kimsenin gıpta etmeyeceği hayat koşullarına rağmen tatminkâr bir hayatı yaşamayı başarabilmesidir. Peki bu nasıl mümkündür? İşte Şule Öncü ile bunu yani Mükemmel Günler filmi üzerinden hayatı konuştuk.

HAYATIMIZ BİR GÜNDEN İBARET
Hayatı sevmek bir günü sevmek yazmışsın, bu filmle ilgili attığın o twitte. Gündelik rutine tutunabilmek bizde ne yaratıyor? Nasıl bir sevgi oluşturuyor?
Pek çoğumuz birbirinin aynı görünen günlere uyanıyoruz her sabah. Bu, dışarıdan bakıldığında fazla monoton, aşırı sıkıcı hatta çekilmez görünebilir. O bir gün içinde yapabileceklerimiz kısıtlı çünkü, gidebileceğimiz yerler belli, gündelik hazlar kısa ömürlü. Ama aslında yapacak bir sürü işinin olduğu ya da nasıl dolduracağını düşünmen gereken upuzun bir günle karşı karşıyasın. Hayat kısa ama gün uzun aslında düşündüğünde. Ve hayatımız o bir günden ibaret. İşte o bir günle barış içinde olabilirsen, o bir günü yaşamakta olan kendine gerçekten yerleşiksen yani şimdi ve burada, kendin olarak (otantik oluşunla) bulunabiliyorsan o bir günü bir sanatı icra eder gibi özenle, dikkatle, kendini vererek yaşayabiliyorsan, o bir gün içinde yapıp ettiklerinden müsterih, maddi manevi alışveriş içinde olduğun insanlarla olumlu etkileşim içindeysen, yaşamına gerçekten etki edebiliyorsun. Kendine ve başkalarına olumlu katkı sağlayabiliyorsun. Bu katkı işte bize hayatı sevdiren, kendimizden ve yaşamdan hoşnut olmamızı sağlayan. Hayata tutunmayı da aslında hayatın bize verdikleri değil, bizim hayata verdiklerimiz sağlıyor. Olumlu benlik değerini, benlik saygısını yüksek tutan da bu. Ve katkının içeriği değil, yani ne iş yaptığın değil, o işi nasıl yaptığın önemli. “Perfect Days”, bu yüzden çok önemli, hayat dersi niteliğinde bir yapım.
Gördüğüm kadarıyla bunu en az yapabilen toplumlardan biriyiz… Sence neden?
Yıkıcı kıyas çok yaygın. Maalesef Türk insanı ne kadar muktedir ne kadar muzaffer olursa olsun değersizlik, yetersizlik inançlarıyla belirlenmiş durumda. Alfred Adler buna “aşağılık kompleksi” demişti, bugün daha geniş tanımıyla örtük (covert) narsisizm ekseninde açıklanabilir. Türk insanı genellikle kendini değil, başkalarını aşma çabasında. Aşamıyorsa da onları aşağı çekmeye çalışıyor. Her zaman için kendinden daha başarılı, daha varlıklı, daha zeki, daha güzel birileri olacağı için hayat boyu huzur bulamıyor. Aslına bakarsan bugün narsisizm global bir pandemi ve bu durum diğer toplumlar için de geçerli ama bizde daha geçerli.
Nispet, nispet yapmak gözde bir şey biz de hatta bu isimde yerler bile vardı o da bununla ilgili olabilir mi?
Muhtemelen. Keza nazar boncuğu da benzer bir göstergedir. Sahip olduklarımız bağlamında ya kıskanan ya kıskanılan olacağımızı zannediyorsak yıkıcı kıyas var demektir. Medeniyet; bilim, sanat ve akılcı örgütlenme sayesinde inşa oldu. Biz bu bakımdan geç kalmış, gelişimi ketlenmiş bir toplumuz. Dolayısıyla Türk insanı gelişmiş ülkelerin gerisinde olduğunu hisseder, ne kadar inkâr etse de içten içe bilir bunu. Batı hayranlığı, batıya göçünce sınıf atlayacağına inanmak, batıya seyahat edebilirliğiyle gösteriş yapmak da bu geri kalmışlıkla ilgili.
Kıyası bırakmak diyorsun, kıyası nasıl bırakır insan? Bu nasıl bir güzellik sağlar hayata?
Sonu hasede varan yıkıcı kıyası bırakmak gerektiğini söylüyorum. Aslında insanda kıyasa yönelik doğal bir refleks vardır. Aynı yaşta iki çocuğu ya da aynı ailede yetişen iki kardeşi gözlemlediğimizde gelişimi, davranışları, becerileri bağlamında ikisini kıyaslarız ya da çift olarak bir başka çiftle görüştüğümüzde onların ilişkisiyle kendi ilişkimizi kıyaslarız. Bu hem farklılıkları ayırt etmek içindir ki sosyal bir varlık olan insan canlısı için hayati bir meseledir bu; hem de eksiğini, yanlışını görmeye, düzeltmeye hizmet eder.
Peki nasıl oluyor da biri kıyasladığında olumlu duygularla hayatına devam ederken, bir diğeri benlik krizine giriyor dersen, imrenme ya da selim kıskançlıkla haset arasındaki farka bakalım derim: Psikoloji literatüründe kıskançlık ikiye ayrılır; selim kıskançlık (benign envy) ve habis kıskançlık (malicious envy). “Ötekinin yerinde olmayı istemek” anlamındaki selim kıskançlık, herhangi bir bakımdan kendinden üstün gördüğü birinin bu üstünlüğünden acı duymaktır. Habis kıskançlık ise Türkçede “haset” sözcüğüne denk düşer ve kötücüldür. Ötekinin üstünlüğünden kaynaklanan acının etkisiyle düşmanca pozisyon almak ve yıkıcı tepkiler vermekle tanımlıdır. Selim kıskançlık hisseden birey, beğendiği, kıskandığı kişiye öykünerek, onu örnek alarak, onun gibi olma motivasyonuyla kendini geliştirmeye yönelir. Yani kıskançlığın acısını yapıcı tepkiyle karşılar ve ortaya olumlu sonuçlar çıkar. Habis kıskançlıkta yani hasette ise verilen tepki daha iyiye ulaşmak için kendini geliştirmek yerine, üstün konumda olan kişiyi kötüleme, karalama, iftira atma, ayağını kaydırma yönündedir ve çoğu durumda iki taraf için de olumsuz sonuçlar doğurur.
“Yıkıcı kıyas ve habis kıskançlık, sende olmayana sahip görünen öteki karşısında “ezik” hissetmekle iç içedir. “
Eziklik ezici bir mesele olarak hayatının merkezindeyse dünyan iki kutupludur; ezenler ve ezikler, çekiçler ve çiviler. Her nefeste “şimdi hangisiyim”i kollamaktan hayatı kaçırırsın. Üstelik denk ilişki de kuramazsın ya çekiç olursun ya çivi. Hayat boyu çatışma ve tatminsizlik demek bu. Oysaki “eziklik” bir mesele olmaktan çıktığında aşkınlaşır insan.
Eziklik, değersizlik, yetersizlik nasıl mesele olmaktan çıkar?
Şöyle bir zincirleme reaksiyondan söz edilebilir: Değersizlik, yetersizlik inancı varsa yıkıcı kıyas var. Yıkıcı kıyas varsa haset var. Haset varsa şükran yok. Şükran yoksa hoşnutluk yok. Hoşnutluk yoksa giderek artan acılaşma var. Acılaşma varsa şefkat yok, sevgi yok, barış yok; düşmanlık var, nefret var, savaş var… Ne kadar Orta Doğu değil mi?
Demem o ki birey içinde bulunduğu sistem tarafından belirlenir. “Değersizlik, yetersizlik mesele olmaktan nasıl çıkar?” sorusunun yanıtı da haliyle çok boyutlu. Psikoterapinin alanından konuşursam: benlik değerini ve benlik saygısını yükseltmek gerek. Bunun için de güçlü ve işlevsel bir ego, yetişkin öz yeterliliği ve gerçekçi yetişkin öz güveni gerekli. Ve tabii Hirayama’nın gündelik yaşamdan duyduğu hoşnutluğuna ulaşabilmek için öz disiplin de elzem ki bugün özellikle gençlerde en eksik olan becerilerden biri öz disiplin. Bizi şükran ve şefkate ulaştıracak olan bu nitelikler yerli yerindeyse, birey kendinden ve yaşamından hoşnut olabilir ve yetersizlik, değersizlik inançları azalır. Bazı etkileşimlerinde öyle hissetse bile bununla baş edebilir. Ancak bu hoşnutluğu arttırmak dediğim gibi sadece bireyin elinde olan bir şey değil. Bu, bireysel olduğu kadar toplumsal ve global bir mesele. Hem yaşamın sunduğu maddi imkânlar hem de kapitalist propaganda, burada çok belirleyici ve dünya genelinde durum her geçen gün maalesef kötüye gidiyor.
NARSİZM ÇAĞIN RUHSAL PANDEMİSİ
Hayata şükran duyabilmek kendi gerçekliğinizi kabul etmekten geçer sözü çok doğru ama sanki yapılması çok zor bir şey. Hele de kitabının vurguladığı gibi narsisistik bir çağda… Nasıl bu kadar narsist olduk?
Narsisizm nicelikte ve nitelikte duruma göre değişkenlik gösterdiği gibi, aynı zamanda bulaşıcı bir olgudur. Kitle iletişim araçlarıyla, sistemik propagandayla da yayılabilen, benliği enfekte edebilen bir yapıdır. Nitekim narsisizmin çağın ruhsal pandemisi haline gelmesinde kapitalist propagandanın payı büyük. “Sen özelsin, her şeyin en iyisine layıksın, daha fazlasını iste ve oldur!” propagandası; bireyi ötekinden koparan, nesneleştiren, izole eden, dolayısıyla özneliğini, etkinliğini, gelişimini, huzur ve tatminini baltalayan bir öz yıkım harekâtının mottosu aslında. En önemlisi de bir üstünlük fantezisi enjekte ederek bireyi kendi gerçekliğine yabancılaştırıyor.

Wim Wenders bu filmde bana doğunun zen felsefesininden etkilenmiş gibi geldi? Ne dersiniz!
Evet, fazlasıyla ve iyi ki etkilenmiş.
Biz de özünde içinde doğu toplumundan izler taşıyan bir toplumuz tasavvuf geleneğimiz var ama zenle ve mütevazilik ile hiç alakamız kalmamış gibi, her yerde Mevlana’nın sözleri paylaşılıyor ama bunu ne kadar içselleştiriyoruz, biz yolumuzu dengemizi nasıl buluruz sizce?
Hem az önce söz ettiğim geç ve geri kalmışlığın yarattığı aşağılık duygularının hem de global ölçekteki narsisizm pandemisinin etkisiyle Türk insanı, yetersiz ve değersiz algıladığı benliğini telafi etmenin, kendini olduğundan daha muktedir, daha muzaffer göstermenin çabası içinde. Öncelikle bu sahteliğin farkında olmak, bunun aslında kimsenin hayrına olmadığını kavramak gerek. Benlik yeterince güçlüyse ne sahte tevazuya ne de üstünlük yanılsamasına ihtiyaç duyar.
Benlik nasıl güçlenir?
Her şeyden önce gerçeklikle, özellikle de kendi gerçekliğiyle yüzleşme cesareti ve bu gerçekliğin peşine düşmek gerek. Kendini bilmek; neyi neden yaptığını anlayabilmek, yetkinlikleri ve yatkınlıklarıyla kendini kabul edebilmek ki bu öz şefkat için ön koşuldur, haddini bilmek ve sınırlarını koruyabilmek. Keza daha önce söz ettiğim gibi, öz yeterlilik, gerçekçi yetişkin öz güveni, benlik değeri ve benlik saygısını arttırmak benliği güçlendirir.
Hirayama’yı izlediğimizde içimize bir sakinlik iniyor, neden?
Telaşı yok adamın. Bir yere yetişmeye çalışmıyor. Yaşının insanı. Yeterince yaşamışlığı, yaşadıklarından ders çıkarıp deneyimi içselleştirerek benliğine katmışlığı, dolayısıyla ruhsal doygunluğu ve pratik bilgeliği var. “Bir şeyleri kaçırıyorum” duygusu içinde değil. O kadar az insanda var ki artık bu nitelikler.

KENDİ KÜÇÜK DOĞANI YARATMAK VE ŞİMDİ, BURADA OLMAK
Filmde Hirayama’nın evinde kurduğu küçük doğa, çiçeklerine bakımı, her sabah uyandığında bir tür güneşi selamlaması, parkta ağaçların değişimini izlemesi, bir nevi meditasyon yerine geçiyor hayatı bir meditasyon gibi yaşıyor sanki bu bizim için neden bu kadar zor?
İnsanların çoğu doğaya yabancılaştığının farkında değil ve aslında en derinde bu yabancılaşmanın acısını çekiyor ama bu acıyı işlevsiz baş etme mekanizmalarıyla telafi etmeye çalışıyor: Daha çok çalışarak, daha çok tüketerek, çeşitli bağımlılıklarla ağrıyı dindirmeye çabalıyor. Hirayama bunun farkında ve kendi küçük doğasını yaratıp orada telaşsızca soluklanmayı seçiyor. Anbean seçiyor bunu ve seçimini uyguluyor. Evinin düzeni, çalışma rutini, günlük ritüellerine bağlılığı da aslında doğanın döngüsünün bir tekrarı. Onun dinginliği ve aşkınlığı; bütün varlığıyla orada olabilmesinin bir sonucu. Olmakta olanın kabulünde Hirayama. Bu kabul varsa birey aynı zamanda yakınmasızdır ki iç huzurunun olmazsa olmazıdır yakınmasızlık. Bu bağlamda sosyal medya bağımlılığının üzerimizdeki etkilerini iyi anlamak lazım. Sosyal medya bağımlılığı hem onay bağımlılığı hem de aşırı uyaran bağımlılığıdır. Onay bağımlılığı öz onayı, öz kabulü, kendinden hoşnutluğu engeller. Aşırı uyaran bağımlılığı ise öncelikle “şimdi ve burada” olmanın önünde bir engel. Hirayama bu engellerden muaf bir yaşam sürdüğü için şimdi ve burada, olmakta olanın hayret ve huşusu içinde.
“Hayattan sürekli daha fazlasını koparmak ve kopardıklarını başkalarına gösterip geçerliliğini ya da üstünlüğünü ispatlamak için koşturan insan şimdi ve burada olamaz haliyle. Şimdi ve burada olamayan, olmakta olana hayret duyamaz.”
Hayret duyamayan ise huşu içinde olamaz yani aşkın oluşa, transandant oluşa geçemez. Transandant oluş, kimlikler ve roller üstü bir oluştur; egoyu “içererek aşan” ve insanı doğayla, evrenle bütünleşmiş hissettiren bir oluş. Bu oluşa insan varolduğundan bu yana kimi ibadetle, kimi meditasyonla, kimi doğal ya da kimyasal katalizörlerle ulaşmaya çalıştı. Hirayama ise gündelik yaşamına gösterdiği dikkat ve özenle varıyor. Son derece sıradan hatta talihsiz görünen hayatının kesitlerine taşıyor transandant oluşu. Bu kadar aşkınlaşmak ve sadeleşmek bugünün insanı için çok zor. Özellikle gençler için. Çünkü bu, belli bir yaşamışlıktan, doygunluktan sonra kazanılabilecek bir erdem.
Öte yandan filmdeki play list’deki şarkılar daha geçmiş zamanlara ait müzikleri çok güzel ama sözleri biraz daha karamsar ama bu onun dengesini bozan bir şey değil bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Aşkınlık, pozitif düşünmenin, iyimserliğin ya da daha iyiyi umut etmenin bir sonucu değil ki. İnsanın ve hayatın karanlığını görmüş, tatmış, yaşayarak öğrenmiş olmanın; haz kadar acıyı da kapsayabilmenin bir sonucu. Yanlış anlaşılmasın, miskin bir çilecilikten söz etmiyorum. Hazla acının eşitlendiği bir katmanda soluklanabilme becerisidir aşkınlık.
Çok fazla iletişim kurmuyor kahraman ama kurduğu zaman kalbinin açık olduğunu görüyoruz buradaki mesaj ne sizce?
Karşısında konuşmaya değer biri ya da konuşmaya değer bir durum olmadıkça konuşmuyor gördüğüm kadarıyla. Gereksiz uyaranları azaltarak iç dünyasındaki duygu ve düşünce akışını kesintiye uğratmamak için olabilir. Çok konuşmak, çok fazla insanla etkileşime girmek, hem yorucu hem de kendi içinde derinleşmeye engel teşkil edebiliyor. Yaşamı duymak ve hissetmek için sessizliğe çok ihtiyaç var. Hirayama da bunu yapmaya çalışıyor. Doğayla, insanlarla, etrafında olup bitenlerle sessiz bir gözlemci ve katılımcı olarak etkileşim halinde. Birbirimizle gerçek anlamda karşılaşmak için konuşmak ve iletişim çabası içinde olmak da gerekmiyor aslında.
“Yaşamı duymak için sessizliğe ihtiyaç var.”
Bir sahne vardı, orada nehir ya da deniz kıyısında hoşlandığı kadının kanserli eski kocasıyla hem eğlendiler hem paylaştılar hem de gölgeler üzerine sohbet ettiler. Orada şöyle bir cümle geçiyordu: gölgeler üst üste gelince daha mı karanlık oluyor? Ben burada acaba gölge kavramından mı bahsediyorlar dedim, sizce?
Çok yaratıcı bir sahne. O kadar yoruma açık ki istediğin gibi katlayabilirsin ama yine de ortaya anlam verilebilecek bir olgu çıkar. “Herkes için origami” gibi. Bir yandan bu muğlaklık vurgulanıyor sahnede. Aşçı kadının eski eşi gölge sorusunun akabinde diyor ya: “Hâlâ bilmediğim çok şey var. Hayat böyle bitiyor galiba” Birçok şeyi hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Hirayama’nın düşlerinde ne gördüğünü, geçmişte neler yaşadığını, neden bugün burada olduğunu bilemediğimiz gibi. Ve insanın tarihine baktığında bütün bu bilinmezler tek bir potada eriyor sanki. Seninki, benimki fark etmiyor. Bu bağlamda gölgelerin üst üste binmesi kolektif bilinçdışını temsil edebilir. Her birey kendi içinde, sırası geldiğinde insana dair duyguları öyle ya da böyle yaşar. Herkesin kendi cenneti, cehennemi, kendi kıyameti var. Ve bunları üst üste koyduğunda daha büyük bir kıyamet olmuyor aslında hiçbirimiz için. Çünkü sadece kendi algımız, acımız, ömrümüz kadar varız. Ve onca tamamlanma çabamıza rağmen aslında her şey yarım ve eksik kalacak. Hirayama’nın hikâyesi gibi. Wenders filme son noktayı koyarken o kadar büyük bir ustalıkla tam ortada bırakıyor ki bizi. Son sahnede Hirayama’ya Nina Simon’un sesinden “İyi hissediyorum” dedirtmiş Wenders ama bu neyin iyi hissetmesi? Onu da bilmiyoruz. Arabasında şarkıyı dinlerken yaşadığı duygu yoğunluğunda o kadar çok geçiş var ki; yaşama sevinci, hüzün, umut, acı, şükran, yas, şefkat… Hal böyle olunca son sahneyi izlerken senin ağırlıklı duygun neyse hikâyeyi oraya yatırıyorsun. Sence Hirayama, altı yıldır açılamadığı kadına o geceden sonra açılır mı?

Gönlüm açılmasından yana. Ama bence hayır. Ya da çok daha sonra.
Ben ilk izlediğimde kadına açılacağını düşündüm. Aylar sonra tekrar izlediğimde “açılmayacak” dedim. Hormonal döngüm bile etkilemiş olabilir tahminimi. Tam da hayatın kendisi gibi. Bu bir tahmin değil de bir seçim olsaydı bambaşka yerlere götürecekti bizi. Öte yandan Hirayama’nın çekingenliğinde hem incinme hem de incitme kaygıları var sanki. Kadına onca zaman açılamayışında belki de henüz sindirip metabolize edemediği geçmişinden gelen travmalar, kayıplar, pişmanlıklar, korku ve suçluluk duyguları var. Böyle bakınca gölge testi yaptıkları sahnede kendi gölgesi eski eşin gölgesinin üstüne binse de kadının hayatını daha fazla “karartamayacağını” anladığı ve bu yüzden umutlandığı da düşünülebilir. Bak, katla katla bitmiyor.
YAŞANMIŞI KABUL, YAŞANMAKTA OLANA ÖZEN DUYMAK
Hirayama’nın küçük yeğeni dayısının yanına geldiğinde aslında bir Z kuşağı olarak tam ne arıyordu? Neye özlem duyuyordu?
Ergenlik ailenin koruyucu kabuğundan çıkıp hayata atıldığımız bir dönem. O kabuk ergenlik döneminde çok kısıtlayıcı geliyor ve ergen sürekli sınırlarını genişletmeye çalışıyor. Tıpkı iki yaş döneminde anneden ayrışırken olduğu gibi. Hirayama’nın yeğeni de hem aileden çıkmaya çalışıyor hem de farklı yaşamlara aç ve hevesli. Alternatifleri görmek, deneyimlemek istiyor. Kendi dünyasını tanımak ve tanımlamak istiyor. Birlikte bisiklete bindikleri sahnede ne kadar güzel betimlenmiş bu durum. Hirayama ve kız kardeşi farklı dünyaların insanları. Dünyada bir sürü dünya var. Ve yeğen soruyor: Ben hangi dünyadayım? Hirayama yanıtsız bırakıyor. Yine bir belirsizlik. Köprüde bisikletlerinden inip nehre bakıyorlar. Yeğen nehrin kavuştuğu okyanusa gitmeyi teklif ediyor. Hirayama “Bir dahaki sefere” diyor. Kız yine soruyor “Bir dahaki sefer, tam olarak ne zaman?” Hirayama “Bir dahaki sefer bir dahaki seferdir. Şimdi şimdidir” diye karşılık veriyor. İzleyici bu yanıtı kadim Uzak Doğu felsefesine de bağlayabilir, “ertelemecilik” olarak da etiketleyebilir. İzleyici Uzak Doğu felsefesine bağlarsa; Hirayama andaki gerçekliğe vurgu yapan bir bilge olur. “Ertelemecilik” derse; Hirayama “konfor alanından çıkamayan ezik biri” olur. Atıflarımız sadece anlamı değil, duygumuzu, duruşumuzu ve hatta oluşumuzu da belirliyor.
Bu hızlı dünyada sinir sistemimiz birçok kavramla her gün darmaduman ediliyor tekil bir geri çekilmeyle biz de hayatla başa çıkabilir miyiz?
Bugün bir haber gördüm; Hatay’da deprem sonrası tek başına mağarada yaşamaya başlayan bir adam “Burada mutluyum. Herkesten uzak, doğayla baş başayım” demiş. Fotoğraflarında mutlu da görünüyor. Ama geceleri tek başına ya da kar yağdığında ne yapıyor, bilmiyoruz. Bir şekilde böyle bir hayata çekilmek mümkün olabilir tabii, bazı kişilik yapıları için uygun. Neyse ki herkes için uygun ve mümkün değil. Lazımız birbirimize.
Yaptığı işi her ne iş olursa olsun adanmışlıkla yapan biri mutlu değilse bile huzurlu mudur? Ya da mutlu mudur?
Adanmışlık için yapılan işe az çok tutku duymak gerek. Dolayısıyla herkes adanmışlıkla çalışamayabiliyor. Ama öz disiplinin iç huzurunda payı büyük. Bir de tabii, iç huzuru istiyorsak, her şeyi hak ettiğimizi ve her şeyin en çoğunu, en iyisini istememiz gerektiğini buyuran sistemik propagandaya iman etmeden yaşamak gerek. Önemli olan kendi imkânlarınca kurabildiğin hayatı düzenli, özenli, olmakta olanı kaçırmadan, yakınmasızca yaşamak. Ben kendi adıma doğayla ve sanatla bağ kurmayı da ekleyebilirim ki Hirayama da bunları yapıyor aslında. Yaşanmışı kabul, yaşanmakta olana özen ve yaşayana saygı. Mutluluk ayrı konu ama iç huzurunu sağlar bunlar.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.