Geçenlerde Zeynep Merdan’ın şu paylaşımına denk geldim: “Lacan’ın dediği gibi başkalarının arzularını arzuluyorlar. Önemsedikleri insanların arzularını taklit ediyorlar. Çünkü kendi arzuları yok. Kariyer hedefleri, tatil planları, hobileri değişiyor sık sık. Sürekli yeni birilerinden hoşlanıyorlar. Önemsedikleri, kıskandıklarının arzularını taklit ediyorlar şuursuzca. “Hakiki arzu”larını bilmiyorlar. Ve neye sahip olurlarsa olsunlar o yüzden gerçekten tatmin olamıyorlar.”
Uzun süredir üstüne düşündüğüm “En derin arzun ne?” sorusuyla beraber Lacan’ın “Her arzu, ötekinin arzusudur.” sözünü birleştirdiğimde anladığım şu ki çoğu zaman bir şeyi gerçekten istediğimiz için değil, bir başkasının onu arzuladığını gördüğümüz için istiyoruz. Sosyal medya algoritmaları gibiyiz.
Her yaz aynı kalabalık manzaralar…
Aynı sahil kasabaları, aynı pozlar, aynı tatil hikâyeleri…
Farklı bedenler ama birbirinin kopyası arzular… Neden? Çünkü çoğumuz kendi hakiki arzumuzu bilmiyoruz.

BESTSELLER ARZULAR
Mağazalardaki “Çok Satanlar” bölümünü düşünün. Başkaları tarafından ilgi gören bir ürün henüz ne işe yaradığını bilmeden bile bize çekici gelir. Çünkü zihin şöyle çalışır: “Bunu bu kadar insan istiyorsa bunda bir şey olmalı.” Ama aslında olan şey şu: Arzunun yönünü içeriden değil, dışarıdan alıyoruz. Başkalarının neyi istediğine bakıyor, onaylanmış arzulara yöneliyoruz. Bu, yalnızca alışveriş listemizi değil âşık olacağımız kişiyi, yaşayacağımız evi, kuracağımız hayatı da belirliyor.
Belki de o kişiden gerçekten hoşlanmadın ama herkes onunla ilgilendiği için sende de bir kıpırtı oluştu. Belki minimalist bir evde, sakin bir hayatta huzur bulacaktın, ama sosyal medyada paylaşılan bohem dağ evleri ya da loft daireler gözünü boyadı. Belki bir köy okulunda öğretmen olma hayalin vardı, ama “başarılı” olmanın tanımı CEO olmak olarak sunuldu sana. Ve sen de arzu edilen olmak için, başkasının arzusuna dönüştün. Çünkü görünür olanın büyüsü ağır. Arzuyu şekillendiren artık içsel ihtiyaçlarımız değil, dış dünyanın alkışladığı imgeler olmuş durumda. İyi de insan, başkasının yönlendirmesiyle seçtiği hayatta ne kadar tatmin olabilir ki?
“GERÇEKTEN NE İSTİYORUM?” SORUSUNDAN NEDEN KAÇIYORUZ?
Çünkü bu sorunun cevabı yüzmek istemediğimiz kadar derin yerlerde duruyor.
Hakiki arzu, gürültünün ardında, başkalarının alkışlamadığı bir yerde saklanıyor. Alkışa bu kadar muhtaçken sessiz bir yerde kendiyle kalma fikri de insanı kaçırıyor haliyle. Şuursuzca
kopyalanan tatil rotası, marka, kariyer çok daha kestirme oluyor. Bir bakmışız, başka bir hayatın kopyasında yaşıyoruz. Bir şeylere sahip oldukça artması gereken tatmin, aksine boşluk yaratıyor.
Yankıların gerçek sesin yerini tutmadığını anlamadıkça onlarla yaşamanın, sürekli “mış gibi” bir hayat ürettiğini de fark edebiliriz. Mutluymuş gibi, aşıkmış gibi, başarmış gibi…Bu gibi hali de insanı bir tatminsizlik döngüsüne sokuyor. Döngüyü şöyle özetleyeyim:
- Onun arzusunu kendimizin zannederiz.
- Ona ulaşınca neden mutlu olmadığımızı anlayamayız.
- Bu tatminsizliği bir başka “hedef”le telafi etmeye çalışırız.
- Ve yine başa döneriz.
Hatta biraz daha ileri gideyim: Tatminsizlik döngüsü artık bir sistem halini alır. Zaten bizim olmayan bir arzu daha da başa bela olarak eksiklikler yaratmaya başlar. Sadece başkasının neyi arzuladığına dikkat kesilip kendi arzumuzun sorusunu sormayız bile. Kendi arzusuna yabancılaşan bir nesne haline geliriz.
“Hakiki arzu, dış dünyanın beklentilerine boyun eğmeyen bir sadakat ister.”
Lacan’a göre arzu, eksiklikten doğar. Ve bu eksikliği kapatmanın tek yolu başkalarının izinden değil, kendi içimizden geçmektir. Ama bu yol meşakkatli ve belirsizlikle doludur. Çünkü kendi arzunu bilmek, kimin için ne için yaşadığını sormak, neyi sevdiğini değil, kimin sevmesini istediğini fark etmek, susturulmuş arzuların tozunu üflemek demektir. Bu kolay değil ama özgürleştiricidir.
Eğer bir seçim sana ait değilse, mutluluk da sana ait olmayacaktır. Algoritmaların ne isteyeceğini sana çoktan söylemesini fark etmen aslında büyük bir uyanıştır.
Artık arzunun sana ait olmadığını, sana sürekli “neye ihtiyacın olduğunu” fısıldayan dış bir sistemin içinde yaşadığını fark etmeye başlarsın. Bu fark ediş, başta huzursuzluk getirir çünkü neyi neden seçtiğini sorgulamaya başlarsın. Hakiki arzu, dış dünyanın beklentilerine boyun eğmeyen bir sadakat ister. Ve bu sadakat çoğu zaman yalnızlaştırır.
Ama yalnızlıkla yüzleşebilenler, en sonunda kendine varır.

ŞİMDİ ELİNDEKİ AESTHETIC LIFESTYLE PAYLAŞIMINI YAVAŞÇA YERE BIRAK
Tatminsizlik bir sorun değil, bir sistem. Ve bizler, bu sistemin döngüsünü kırmak yerine, ona sürekli yeni içerikler üretiyoruz. Her yeni hedef, bir öncekinden daha havalı göründüğü sürece “doğru yolda” olduğumuzu sanıyoruz.
Aslında hepimiz bir noktada biliyoruz bize dayatılan arzularla gerçek ihtiyaçlarımızın örtüşmediğini. Ama bu bilgiyle yüzleşmek cesaret istiyor. Çünkü o zaman yalnız kalabiliriz. Farklı görünebiliriz. Onaylanmayabiliriz. Zaten, birilerinin bizi takdir etmesi için şekil değiştirdiğimiz sürece, kendi benliğimizle karşılaşmamız mümkün değil.
Hakiki arzu, içsel bir devrimle gelir. Görünür olmaktan vazgeçmekle, “takip edilen” değil “kendini takip eden” biri olmakla mümkün olur. O yüzden, bu yazıyı bitirirken sana klişe bir umut değil, içten bir soru bırakıyorum: Sen, gerçekten kendin olmaya cesaret eder miydin? Çünkü ancak o cesaretle çıkılacak bir yolculuk, seni bu döngüden çıkarabilir.
Ve ancak o yolculukta bir gün gerçekten şunu söyleyebilirsin: “İşte bu, benim sesim.”
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

