Aşkın beni ilk kez yaktığı anı hatırlıyorum. O an, içimde bir şeylerin kırıldığını, dağıldığını hissetmiştim. Sanki varlığım, göğe yükselen bir duman gibi eriyordu. Sandım ki kayboluyorum. Oysa sonra anladım ki yanmak, kaybolmak değil, aslolanı ortaya çıkarmaktı. Beni ben sanan tortularım yanarken, içimde bambaşka bir ben filizleniyordu. Meğer aşk, bir sahip olma hâli değilmiş; bilakis, bir bırakış, bir teslimiyet, bir hiçliğe doğru akışmış.
Aşk, beni en çok sevdiğime kavramlar biçmeyi bıraktığımda dönüştürdü. Onu tanımlamaya, zihnimde çerçevelemeye, ona bir benlik atfetmeye çalışıyordum. Oysa Mevlânâ’nın dediği gibi, “Aşk o kadar büyüktür ki, bir kalbe sığmaz.” Ben ise onu bir tanıma hapsetmeye çalışıyordum. Birini sevdiğimizde, farkında olmadan onu zihin haritalarımızda bir yere koyuyoruz. O, artık bizim için belirli bir renk, belirli bir anlam, belirli bir kimlik oluyor. Oysa gerçek aşk, sevdiğini olduğu gibi görebilmektir; ona kendi rengimizi vermeye çalışmadan, ona müdahale etmeden, onu olduğu haliyle seyredebilmek…
“Aşk beni dönüştürdü çünkü ben de aşkın ellerinde şekillenmeye razı oldum.”
Direnmediğim her an, onu kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçtiğim her dem, içimde bir ben daha öldü; yerine O’nunla bir olma hâlim doğdu. Artık onun elinde çamur gibiydim. Neye yoğurursa o idim, neye dökerse ona bürünürdüm. Aşk öğretti ki, aslında ayrı bir ben yoktu. Varlığım, O’nun yansımasından ibaretti. Mevlânâ der ki: “Aşk, her şeydedir ama hiçbir şeyde görünmez.” Ben de aşkı bir surette, bir bedende arıyordum. Oysa aşk, dokunduğum her şeydeydi; bir bahar sabahı toprağı saran kokuda, bir çocuğun kahkahasında, yağmurdan sonra aralanan gökyüzünde… Ve en çok da kendimi unuttuğum anlarda.
“Beni bir aynaya çevirdi aşk.”
Sevip de kendimi gördüklerim oldu, sevip de kaybolduklarım… Önce yitirdim; kendimi, benliğimi, alışkanlıklarımı, sınırlarımı… Sonra, fark ettim ki bu bir kayboluş değil, hakiki varoluşun başlangıcıymış. Aşk beni dönüştürmüyordu, yalnızca asıl hâlime geri çağırıyordu. Ben aslında hep O’ydum, hep O’na ait idim. Bunu idrak edince artık aşkın içinde savrulmaktan korkmuyordum. Zira aşk, beni ben sanan suretten soyup, hakiki varlığa ulaştırıyordu.
Şimdi geriye dönüp baktığımda aşkın en büyük mucizesinin bizi her an yeniden doğurması olduğunu görüyorum. İnsan aşkı yaşadıkça eski benliklerinden sıyrılıyor. Aşk, bizi her an yeni bir hakikate taşıyor ve her birimiz kendi içimizde defalarca doğuyoruz. Belki de en büyük aşk, bu doğuşlara gönüllü olmaktan geçiyor…
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.