Merhaba Mümkün Dergi okurları,
Burada yazmaya başlamadan önce derginin sorumlularından Yaprak Hanım’la mail üzerinden kısa bir iletişimimiz oldu. Bu sırada kendisi bana “Muammer Bey” diye hitap etti. Bizzat tanışmıyoruz ama nazik bir hanımefendi olduğunu tahmin ediyorum. Yanılmıyorsam başka türlü konuşması pek de beklenemezdi. Ama ben, bana ne zaman “Bey” diye hitap edilse bu sözcüğü benimsemekte güçlük çekerim. Hatta dürüst olmak gerekirse hiç üzerime alınmam. Çünkü kendimi “Muammer Bey” olarak tanımla(ya)mıyorum. Adıma Muammer demişler. Bu benim için yeterli gibi geliyor.
DÜŞÜNMEK, ZAHMETLİ BİR İŞTİR
Üniversite öğrencisiyken bir liseye staj için gidiyordum. Derse girdiğimde öğrenciler bana “Hocam” diye sesleniyorlardı. Bu kelimeyi ilk duyduğumda garipsemiştim. Üzerime alınmalı mıyım, alınmamalı mıyım, bilememiştim. Burada beni rahatsız eden bir şeyler vardı sanki. Üzerine düşünmek gerekiyordu. O zamanlar çok önemsememiştim bu konuyu. Üzerine de düşünmemiştim. Staja devam ettiğim sıralarda hava almak için ara sıra evimin çok yakınındaki parka gitmeye başlamıştım. Büyüklerin köpekleri gezdirmek için, küçüklerinse futbol vs. oynamak için gittiği Mısırlıbahçe Parkı’na. Sahada futbol oynayan liseliler takım oluşturmak için eksik kaldıklarında onlarla oynamam için bana teklifte bulunuyorlardı. Ben de onları kırmıyordum. Birkaç kez birlikte maç yaptıktan sonra onlarla arkadaş olmuştum. Bazıları beni çok seviyordu. Hepsi bana “Abi” diye sesleniyordu. Burada da hoşuma gitmeyen bir şeyler vardı. Ama yine konu üzerine düşünmemekte kararlıydım. Çünkü kendimi yoramazdım. Düşünmek, zahmetli iştir sonuçta. İnsanların çoğu, biraz da bu yüzden pek düşünmezler zaten. Parktaki arkadaşlarımla sohbet ederken bazen kızlar da bize eşlik ediyorlardı.15 yaşlarındaydılar. Kızların çoğu bana “Abi” demiyordu çünkü demek istemiyorlardı. Bu durum, bana aramızda flörtöz gerilimler varmış gibi hissettiriyordu. Olabilirdi. Ben de küçükken birçok kez kendimden büyüklerden hoşlanmıştım. (Zaman zaman hâlâ hoşlanırım.)
Bir gün parkta arkadaşlarımla sohbet ederken içlerinden ilk kez konuştuğum bir kız bana sürekli “siz” diye hitap etti. Aklıma takılmıştı. Bu kızcağız bana neden sürekli “siz” deyip durdu, diye durumu sorguladım. Ama üzerinde çok durmadım. O zamanlar, “Acaba beni tanımadığı için mesafe mi koymaya çalışıyor?” diye düşünmüştüm. Ama içimde bir yerler bu düşünceyi kabul etmemişti. Çünkü o kıza karşı içimde bir sıcaklık hissetmiş, yakınlık duymuştum. Şimdilerde konu üzerine düşününce o kızın bana “siz” derken, içine saygı karışmış sevgisini sunmak istediğini anlıyorum. Böyle bir yol izlemişti. Çünkü o anda sevgisini ancak böyle sunabileceğini düşünmüştü. Ben de onu sevmiştim. Umarım o da bunu hissetmiştir.
SİSTEME ÇOMAK SOKMAK
Aradan çok zaman geçti. Yedek subay olarak askere gittim. Komutan olarak yani. Kişiliğinize göre değişmekle birlikte, uzman çavuşlar ve astsubaylar size kolay kolay olumsuz söylemlerde bulunamıyorlardı ve erler size “komutanım” diyordu. Bu komutanım deme olayı da çok hoşuma gitmemişti. Evet, komutan olan birine “komutan” denilmesinde bir sakınca yok. Ama bunun bir zorunluluk olmasından hoşlanmıyordum. Üstlerime böyle hitap etmekten gocunmuyordum. Çünkü hem zoruma gitmiyordu hem de böyle hitap etmezsem bedelini ödemek zorunda kalırdım. Bedeli de ağırdı. Ağırdı derken, yüksek cesaret gerektirmiyordu. Korkmuyordum zaten. Ama çok çaba harcamanız gerekirdi. Buna değmezdi. Erlerin bana “komutanım” demesi de sadece mantıksal bir rahatsızlık uyandırıyordu içimde. Asla isyan etmedim. Bir gün ukala bir erle karşılaştım. Kendi içinde herkesi küçümsüyordu. Kimseye “komutanım” demek istemiyordu ama herkese öyle demek zorundaydı. Ona, eğer isterse bana ismimle hitap edebileceğini söyledim. İstemedi. Ben de zaten daha söylerken zamanı durdurup cümlelerimi geri almak istedim. Çünkü bunu kabul etmesi demek, sisteme çomak sokmamız anlamına gelecekti. Çomak sokmaktan çekinmeye gerek yoktu. Ama bu çomak bizi bir mücadeleye sürükleyecekti. Bu da çaba gerektiriyordu. Değmezdi.

Birkaç ay sonra kimseye boyun eğmek istemeyen, hemen hemen bütün amirleriyle arası kötü olan başka bir erle sohbet ediyorduk. Beni severdi. Ben de onu arkadaş olarak görürdüm. Benim rahat tavırlarımdan ivme kazanarak bir gün bana aniden ismimle hitap etti. Şaka falan da yapmıyordu. Gayet ciddiydi. Tabii ki kızmadım ona. Böyle bir davranıştan dolayı kızgınlıkla bir tepki vermeye yetkili görmüyordum kendimi. Ama durdurdum onu. Uygun bir dille bir daha bunu yapmaması gerektiğini söyledim. Çünkü benim rahat davranışlarım bile sisteme çomak sokmaya yetiyordu bazen. Ara sıra uzman çavuşlar, erlere çok yüz verdiğime dair bana sitem ediyorlardı. Aslına bakılırsa etsinlerdi. Önemli değildi. Sisteme çomak sokma konusunda da istekliydim. Ama dedim ya, çok çaba isterdi. Bunun için enerji harcamak istemiyordum.
YA HERKESE “SEN” YA DA HERKESE “SİZ”
Askerlik bittikten birkaç ay sonra bir ara spor salonuna yazıldım. Orada çalışan herkese “siz” diye hitap ediyordum. Onların çoğu bana “sen” diye hitap ediyorlardı. Spordan sonra kahve alırken onlarla ettiğim sohbetlerde “sen” diye konuşabileceğim samimiyet derecesine ulaşmış olsak da ben onlara “siz” demeye devam ediyordum. Bu durumda karşı taraf aradaki samimiyetin derecesini tekrar gözden geçirme ihtiyacı duyabiliyordu. Bu yaptığıma ilk başta kendim de anlam veremedim. Bu kez konu üzerine düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Düşündükçe davranışlarımın sebebini keşfettim. Spor salonunda çalışan arkadaşlara “siz” demeye devam ediyordum çünkü onları seviyordum ve parktaki kızın yaptığı gibi sevgimin içine saygı karıştırıyordum. Ama aynı zamanda bu benim eşitlik anlayışımın bir parçasıydı. Askerdeyken üstlerime “siz” deyip de burada spor salonundaki insanlara “sen” demek benim eşitlik anlayışıma uymuyordu. Ya herkese “sen” ya da herkese “siz” diyecektim. Herkese “sen” diye hitap etmek mümkün değildi. Bu yüzden herkese “siz” diyordum. Ama bu da gülünç olmaya başlamıştı. Spor salonundakilerle samimiyetim gün geçtikçe artıyordu. Dışarıdan bakıldığında tıpkı parkta bana “siz” demeyi bırakmayan liseli kız gibi görünüyordum. Bir mahsuru yoktu elbette. Hatta sevimli bir görüntüydü. Ama mantığım bunu çoktan reddetmeye başlamıştı. Konu üzerine düşünmeye devam ettikçe, uygulanması mümkün olsun ya da olmasın bana daha doğru gelen seçeneği tercih ettim. Tercih etmek zorunda kaldım. Artık herkese “sen” diyecektim.
“Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da karar vererek büyük mesafe katetmiş olmak, henüz çözüme ulaşabilmiş olmak anlamına gelmiyor.”
Karar vermiştim ama nasıl uygulayacaktım? Birkaç hafta sonra yüksek lisansa başlayacaktım. Orada akademisyenlere ve profesörlere “sen” diye hitap edebilecek miydim? Onlara, sadece isimlerini kullanarak seslenebilecek miydim? Kendimde bunu yapacak haddi ve cesareti pekâlâ rahatlıkla buluyordum. Peki yaptığımda ne olacaktı? Muhtemelen toplumsal kabullerden kolayca sıyrılamayan akademisyenlerle karşılaşacaktım ve onlar, benim davranışım karşısında önce biraz afallayıp sonra da sert tepkiler vermekte gecikmeyeceklerdi. Beni okuldan atma yoluna girmezlerse bu kazanabileceğim bir mücadele olurdu. Ama yine çok çaba gerekirdi. Ayrıca insanların dengelerini ani bir şekilde bozmaya gerek var mıydı? Aslına bakılırsa insanların dengesini çok da umursamıyordum. Artık kazanmak istiyordum. Ama kendimi hırpalamama değmeyeceği için çok çaba sarf etmeden kazanmak istiyordum. Sınıfa girip hocaya ismiyle hitap edip mertçe çarpışarak hedeflediğim gibi çabasızca kazanamazdım. O zaman ne yapmam gerekirdi? Belki de bu yazıyı yazmalıydım. Yazıyı yazınca kazanmış olmayacağımın farkındayım ama en azından nara atmış olacağım. Zaten bu tür konulardaki büyük değişimlerin kabul edilmesi hem birey düzeyinde hem toplum düzeyinde çok zaman alır.
Yüksek lisansa başladığımda akademisyenlere “siz” diyerek hitap ettim. Eğer “sen” deseydim alacağım tepkiler konusundaki tahminlerim beni yanıltmadı. Yanılmadığımı, bir öğrenci derste sıraya dizini yasladığı için “saygısızca oturuyor” gerekçesiyle profesörümüz tarafından iğnelendiğinde anladım. O öğrenciye de bir sonraki hafta kıpır kıpır enerjisi ve haylaz tavırları hoşuma gittiği için yaklaşmak istedim. Ama soğuk karşıladı beni. Belki sevgilisi vardı. Belki de yoktu. Neden soğuk konuştuğuna dair tahminlerim var. Ama tam olarak bilemem. Bildiğim şey şu: Bir sonraki haftadan itibaren yüksek lisans derslerine bir daha gitmedim. Ama hitaplar konusu üzerine düşünmeye devam ettim.
—
Muammer Bey,
Yaprak Hanım,
Bilmem nerenin müdürü Ahmet Efendi,
Bilmem kimin yeğeni Ali Ağabey,
Şuranın sahibi Mahmut Ağa,
Buranın valisi Sayın Recep Bey,
O çok önemli kürsünün ordinaryüs profesörü Celal Hoca,
Saygıdeğer büyüğümüz Fatma Nine,
Ulu Kraliçe Elizabeth,
Hakanlar Hakanı, Sultanlar Sultanı, Akdeniz’in ve Rumeli’nin sahibi koskoca Sultan Süleyman Han
Ve son olarak siz efendim siz, çok değerli yüce şahsiyet olan siz, ama asla sen değil, siz!
Keşke beyleri, hanımları, abileri, efendileri, sayınları, sizleri vs. bir kenara bırakıp birbirimize sadece isimlerimizle hitap etsek. Keşke insanlar bana “hocam, bey, komutanım, abi, siz” demeyi bırakıp senli benli bir şekilde sadece “Muammer” diye hitap etse… Gerçi bazen bundan da emin olamıyorum. Yıllar önce ailemden biri bana bu ismi uygun gördü diye bir ömür neden bu isimle çağrılmak zorundayım? Belki bana daha uygun bir isim vardır. Gerçek ismim ne benim?

TIPKI CÜNEYT GİBİ BEN DE GERÇEK İSMİMİ BİLMİYORUM
Dede Korkut Öyküleri’ne göre eski Türkler bir dönem çocuklarına yeteneklerine göre isim verirlermiş. Dirse Han’ın oğlunun boğayı devirerek “Boğaç” ismini alması hikayesinde olduğu gibi. Bu örnekte, isimlerin veriliş şekli uygun ve mantıklı bir yolmuş gibi görünse de birine boğayı devirdi diye “Boğaç” ismini vermek çok kullanışlı bir yöntem olmasa gerek. Çünkü bu durumda bazı çocuklar isimsiz kalabilirler. Bu durumdaki çocuklara “Adsız” denirmiş. İsimsiz kalan çocuklara “Adsız” ismini vermenin de gereksiz üzüntülere yol açabileceği göz ardı edilmemeli. İsim konusuyla ilgili bir menkıbe anlatılır. Bir gün, İslam Tasavvufu’nun büyüklerinden kabul edilen Cüneyd-i Bağdadi’ye bir adam ismini sorar. Cüneyd cevap verir: “Bilmiyorum.” Tıpkı Cüneyt gibi ben de gerçek ismimi bilmiyorum.
Arıyorum.
Bulamıyorum.
Belki benim için de en uygun isim “Adsız”dır.
Belki de yakında bir boğa da ben devireceğimdir
Birçok dilde kendine farklı biçimlerde yer edinmiş “sen-siz” ayrımları ve “bey, hanım” gibi ifadeler, pek çok kimse tarafınca, henüz hazır olunmayan samimiyetlerin kurulmasına engel olması bakımından gerekli görülür. Oysa bir insana “sen” diye hitap etmemiz onun sınırlarını ihlal ettiğimiz anlamına gelmez. Evet, siz yeni tanıştığınız birisine “siz” diye hitap edip “bey, hanım” gibi tabirler kullanıyor olmanıza rağmen o size “sen” diye hitap edip sadece isminizle hitap ederse kendinizi işgale uğruyormuş gibi hissedebilirsiniz. Ama siz böyle hissediyorsunuz diye gerçek bu olmak zorunda değil. Karşınızdaki kişi varlığı bakımından sizi kendisiyle eşit gördüğü için size “siz, bey, hanım” diye hitap etmiyor olabilir. Size sadece isminizle ve “sen” diyerek hitap etmesine rağmen çok saygılı davranıyor olabilir. Saygısız davransa dahi bu durum hitap etme şeklinden ayrı bir konu olarak ele alınmalıdır. Hem birisi size “siz” diye hitap etmesine rağmen de saygısız davranabilir. Dolayısıyla kişisel sınırlar ve saygı konusunun “sen ve siz” kelimelerinin kullanımıyla ilgisi yoktur.
BİLMEM KİM OĞLU BİLMEM KİM
Yaprak Hanım bana sadece “Muammer” demiş olsaydı saygısızlık mı etmiş olurdu ya da beni küçümsemiş mi olurdu? Ya da ben Yaprak Hanım’a mesaj gönderirken “Yaprak” diye hitap etseydim saygısızlık mı etmiş olurdum? Ona hürmet etmeyen lakayt bir genç mi olurdum? Haddimi aşmış mı olurdum? Bir insana makamı, mevkisi, rütbesi, yaşı ne olursa olsun adıyla seslenmek saygısızlık etmek mi demektir? Mezar taşlarına da sadece isimlerimiz yazılmıyor mu ki? Bey, hanım, efendi diye yazdıranı gördünüz mü hiç? Ben görmedim. Sadece “Bilmem kim oğlu bilmem kim” diye yazar. Bunun sebebi de eskiden mezar taşlarını bu şekilde tanımanın daha kolay oluşu. Soyadı kanunundan sonra belki buna da gerek kalmamıştır. Sahi, sıfatlara gerek yokken neden birbirimize isimlerimizle hitap etmiyoruz? Çünkü alışkanlıklarımızın dışına çıkmakta zorlanıyoruz ve kibirliyiz. Çoğunlukla da kibirliyiz. Kendimizi değerli görmüyoruz. Değerli görmedikçe de karşımızdakinden bize “bey, hanım” demesini bekliyoruz. Demek istemezse zorla dedirtmeye çalışıyoruz. O da olmadı küsüyoruz, darılıyoruz. Ama bir türlü “siz”den “sen”e geçmeyi düşünmüyoruz.
“Bey, hanım, siz, abi, abla” gibi tabirler toplumsal yaşamda gizli hiyerarşiler (çok gizli olduğu söylenemez) oluşturuyor. Örneğin, üniversitedeki hocalara “siz” diye hitap ediliyor. Onlarınsa neredeyse tamamı öğrencilerine “sen” diye hitap ediyor. Bunun sonucunda kaçınılmaz bir hiyerarşi oluşuyor. Daha sonra birçok hoca, istedikleri gibi öğrencilerin sözünü kesebiliyor, hatta onları azarlayabiliyor. Örnekler çoğaltılabilir. Babanıza “baba” demek yerine ismiyle hitap etseniz nasıl bir tepki alırsınız? Cumhurbaşkanına ismiyle hitap etseniz bu davranışınız nasıl karşılanır? Peki babanız, okuldaki hocanız veya cumhurbaşkanınız Yunus Emre olsaydı, ona “sen” diyerek ve ismini kullanarak hitap ettiğinizde n’apardı? Eğer Yunus Emre hayalimizdeki gibi biriyse size kızar mıydı, yoksa gülümseyerek mi karşılardı?
Sinoplu Diyojen, İskender’e “siz” diye mi hitap etmiş? Ya da “İskender Bey” veya “Sayın Kralım” diye mi hitap etmiş? Hayır. “Dile benden ne dilersen” diyen krala karşı, “Gölge etme!” diye sert bir cevap vermiş. Büyük İskender’in de karşılık olarak askerlerine dönüp “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim” diye konuştuğu söylenir. Daha sonra da Diyojen’in “Diyojen olmasaydım da Diyojen olmak isterdim!” diyerek konuyu kapattığı aktarılır. Yaşamlarımızdaki hiyerarşilerin birçok kez farkına bile varmıyoruz. Mesela, kendimizi hayvanlardan üstün görüp onların sahibiymiş gibi kabul ediyoruz. Evet, onlardan birçok konu bakımından üstünüz. Hatta onları bazen keyiften bazense zorunluluktan bir köle gibi kullanıyoruz. Ama yine de onların sahibi değiliz. Biz ne kadar “var” isek, onlar da o kadar varlar. Varlık bakımından eşitiz. Ama onlardan bahsederken genellikle “benim köpeğim, senin kedin, onun kuşu” diye bahsediyoruz. “Dört ayaklı dostum” veya “miyavlayan arkadaşım” diye pek bahsetmiyoruz. Oruç Aruoba, bu konudaki durumumuzu, “Sizin köpeğiniz mi?” sorusuna verdiği “Hayır, ben onun insanıyım.” cevabıyla çok hoş anlatır, edebi becerisiyle hatamızı yüzümüze vurur. Fakat düşünsel zeminde asıl olması gereken, “ne onların bizim hayvanımız olduğu ne de bizim onların insanı olduğumuz” gerçeğini benimsemektir. Olması gereken, dünya denilen bu yerde hayvanlarla yoldaş olup birlikte yol yürüdüğümüzü kabul etmemizdir. Ya sen sevgili okur? Sen de mi “siz”de takılı kalıyorsun? Bir gün sokakta karşılaşsak bana “Siz” diye mi hitap edeceksin? Ya da ben sana “Sen” diye hitap edersem kızacak mısın? “Sen”e ulaşamayacak mıyız hiç?
Bu soruların cevaplarını bilmiyorum. Ama olur da bir gün bana ulaşacak olursan gerçek ismimi öğreneceksin. Öğrendiğinde bana da söyleyecek misin? Çünkü tek başıma alamıyorum ismimi. Çünkü boğayı tek başıma devirmeye gücüm yetmiyor. Baksana şu yazıyı bile çok iyi yazamadım. Yoruldum. Özenemedim. Haliyle yazı da biraz dağınık oldu. Sen de tut ucundan. Toparla şu yazıyı. Yazar ne demek istemiş anlamaya çalış. Kolay mı öyle bir insana ulaşmak?

Muammer Köroğlu
İlk ve ortaöğrenimini Konya’da tamamladı. Daha sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık Bölümü’nden mezun oldu. Kendini şu cümlelerle tanımlıyor: “Küçükken büyük adam olmayı hayal ederdim. Büyüdükçe meselenin bu olmadığını fark ettim. Mesele mutlu olmakmış. Ama ne büyük adam olabildim ne de mutlu. Yaşamımın ilk 18 yılında hayatı çok anlayamadım. Sonra düşünmek zorunda kaldım. Aklı keşfettim. O günden beri onu kullanmaya çalışırım. Kolay kolay öfkelenmem. Öfkelendiysem de rol yapıyorumdur. Anlık dürtülerime teslim olmuşumdur. Zihnimin derinlerinde kimseye ne öfke ne de kin duyarım. Yaşamın içinde çok yer kaplamam. Hayatımda birçok kez korktuğum oldu. Ama cesur bir kişiliğim vardır. Yalan söylemeyi sevmem. Ahlaklı olduğumdan değil. Özgürlüğü istediğim için. Canım sıkıldığında bazen kadınlara bulaşırım. Sonra “buna gerek yoktu” diye düşünürüm. Onları severim ama onlarla vakit geçirmek istemem. Çünkü zorlanırım. Beni tanımak isterseniz kaçıp saklanırım. Ama yine de beni bulun isterim. Bulmak için tanımak istemeniz yetmez. Sevmeniz gerekir. Yalnız biriyimdir.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.