“Dünya Sakin Bir Yermiş Gibi” Alkım Doğan’ın ilk öykü kitabı beni önce ismiyle vurdu. Kitabın kapağındaki yeşillikler içinde tek başına kalmış eski, boş, ahşap sandalye…
Kitabı bir solukta okudum. Öyküleri seviyorum çünkü hayata farklı pencerelerden bakmak benim için serüven dolu ve heyecanlı.
Mümkün Dergi okuyucuları beni çakra yazılarımla tanıyor. Ben de bu yazımda Alkım Doğan ile sohbet ederek öykülerini konuşmak, ucundan kenarından öykülerdeki çakra sistemine de dokunmak istedim. Açık kalbiyle, naif haliyle cevapladı sorularımı. Her öyküde bir kök hikayesi var aslında. İlk öykü “Yaşasın Bugün Cuma” annesini bekleyen bir çocuğu anlatıyor. Yan yana dizilmiş terlikler, ucu bastırılan kalemler, bize hiç bakmayan öğretmenler, evin hiçbir odasında bulamadığımız anneler…
2022 Tomris Uyar Öykü Ödülü’nü aldığında ne hissettin?
Sevindim J Ödülleri mutlak bir şey olarak görmesem de bu ödül sevindirdi beni. Sonuçta her yazı, her öykü okurunu arıyor. Birilerine ulaşmak, duyulmak için yazıyoruz. Bazen bu kadar çok gürültünün olduğu bir ortamda, sesini birilerine duyurmak zor olabiliyor. Ödülün öyle kolaylaştırıcı bir yanı oldu sanırım. Sesimi duyurmak için bana ufak bir kanal açtı.
“Çocuk ezber bozandır, yüzleştiricidir, kendince sorgulayandır.”
Öyküleri okurken çocuk diyaloglarına bayıldım. Anaokulu eğitmeni ve anne olarak hayranlıkla tekrar tekrar okudum. Çocuk psikolojisine nasıl bu kadar hakimsin? “Çocuk halini” nasıl bu kadar canlı tutabildin?
Çocukluğun her şeye taze ve neşeli bir merakla bakma hali, direnci bana ilham veriyor. Bu yanımı hayatta tutmak benim için önemli. Çocukluk geçip biten bir şey değil, onunla iletişimimiz sürüyor. Bu iletişim aslında kendi geçmişimizle, kendimizle bağlantımız… “Bilmiş” yetişkin dünyasından uzaklaşmayı, şaşırmayı ve yeni şeylere açık olmayı seviyorum. Çocuk ezber bozandır, yüzleştiricidir, kendince sorgulayandır. Çocuk gözüyle yetişkin dünyasının pek çok tuhaflığını daha iyi yakalayabiliyorum. Yetişkin olarak mutlak kabul ettiğimiz pek çok doğru, pek çok kalıp sorgulanmaya muhtaç aslında.
Dünyayla elimden geldiğince tanış olma derdindeyim
Karakterler öyle gerçek ki senin gezgin yanını Atlas dergisi yazılarından biliyorum yani ikinci çakra zaten sende dengede. Merakla araştırdığını, gezdiğin yerlerde bol soru sorduğunu ve anlatılanı duyduğunu tahmin edebiliyorum. Öykülerde pek çok farklı karakter var. Gezilerinin bu karakterleri oluşturmanda etkisi var mı?
Ne güzel soru J Bence kesinlikle var. Gezmenin, özellikle Atlas gezilerinin en sevdiğim yanı bana farklı kişilerle temas kurma, bağ kurma olanağını sağlaması. Gezilerden sonra da iletişimim sürüyor kimileriyle. Bana o kadar çok şey öğretiyor ki… Öncelikle hep bir şeyin cahili olduğumu görüyorum. Bir köye gidiyorum, orada yaşayanlar kestane ağacına dair ne varsa biliyorlar. Kestane ağacıyla gözlerini açmışlar, onunla büyümüşler, geçimlerini öyle kazanıyorlar. Bu, bana büyüleyici geliyor. Bir başka yerde Fırat’ın kıyısındaki köylerdeki hikayeleri dinliyorum. Bir çocuk çıkıp “Dünya büyük, Fırat dünyadan büyük” diyebiliyor. Fırat’ın o coğrafyadaki önemini bir cümleyle özetleyiveriyor. Ben de onu yazımın başlığına taşıyorum. İşte size isimsiz bir yazardan söz sanatı! Gezen insan gördükleriyle, konuştuklarıyla sürekli besleniyor ve kendi sıradanlığıyla yüzleşiyor. Nereye gidersem gideyim, hepimizi birbirine bağlayan bir insan olma hali var. Bir de bu güzel farklılıklar var. Kendi küçük fanusumun dışına çıkıp dünyayla elimden geldiğince tanış olma derdindeyim, yazı bunun bir ürünü.
“Filizler” öyküsünü okurken, hayatımızda ne çok “Filiz” var diye düşündüm. İkinci çakranın o serüven seven, akışta olduğunu zannederek akıntıya kapılıp giden köklenemeyen gazileri… İkinci çakranın merak, keşif ve yaratım halini tam anlatan öyküsü “Suzan ve Elleri”. Peki sen Filiz’le Suzan’ı nasıl yorumlarsın?
O öyküde herkesin isminin Filiz olması tesadüf değil. Aslında bir yazgı gibi yaşanan bir kadınlık hikayesini anlatıyor. Aynı hevesler, aynı kırılmalar, aynı acılaşmalar… Bu öyküde aynı döngünün devam ettiğini görüyoruz. Suzan ise hayal kırıklıklarına rağmen döngüyü kırabilecek ve pek de acılaşmayacak bir karakter bence. Sanırım hayatla bağı biraz daha sıkı. Çiçekleri, yağmuru ve sokaklarda yürümeyi seviyor, yeni bir şehre alışmaya çalışıyor, insanlarla temastan ve yeni şeyler yaşamaktan hoşlanıyor. Bir şeyleri sevmek bence insanın köklenmesine çok yardımcı oluyor. Van Gogh’un hep alıntıladığım bir sözü var. “Bence gerçek güç, olabildiğince çok şeyi sevmede yatar,” diyor. Atölyelerde Sait Faik’in Simitle Çay öyküsünü okutup hadi şimdi de siz sevdiğiniz bir ikiliyi yazın dediğimde bir bocalama yaşanabiliyordu. Neyi sevdiğimizi keşfetmek için bir alan bulamamışız. Bence insanın kendini tanımasında, güçlenmesinde çok önemli gerçekten sevdiği şeyleri keşfetmesi.
Ve beni benden alan “Marlonsuz Brandosuz”. Öyküye başladığımda bir kadın girdi kapıdan içeri. “Evin karanlığını affettirmek ister gibi. Birlikte hiç karanlık yaşamamışız gibi” satırlar pencerelerimi bir o yana bir bu yana savurdu. “Bir kafesten kaçmak için kendimi içine gömdüğüm matematik problemini anmadım. Bir kişinin kirlettiği hatayı üç kişi kaç günde temizleyebilir.” Bu öykünün temelinde bir kök çakra hikayesi var. Ancak anne ve babanın gücünü bulamamış, gerçek potansiyelini yaratamayan hallerini de fark etmeden geçemeyeceğim. Bakkal İsmail’den çıkan sandalye ve kapaktaki sandalye benim öykümdeki eski ahşap sandalye oldu. Bu kitabın çıkış öyküsü “Marlonsuz Brandosuz mu?
Sandalye, o öyküdeki sandalyeye göz kırpıyor. Seviyorum böyle küçük oyunları J Kitabın kapağını kardeşim Özgür Doğan hazırladı ve Marlonsuz Brandosuz’u okuduktan sonra bana “Bence kapakta bir sandalye yer alabilir” dedi. Farklı kapaklar da denedik ama en çok sandalyeli kapak içime sindi. Zaten kitabın isminin geçtiği de bir öykü Marlonsuz Brandosuz. Kırık, hüzünlü bir öykü. Kapaktaki sandalyeyle bence güzel tamamlandı.
“Bir Uzun Üşümek” öyküsüyle günümüz spiritüelliğine, kişisel gelişim camiasına ne güzel, ironik bir gönderme yapmışsın. Bu öykünün çıkış noktası neydi?
Çıkış noktam, sıkışıklık içindeki hayatlarımızda bize ilaç olarak sunulan her şeye can havliyle sarılmamız, ondan fazlasıyla medet ummamız ve ne yazık ki bu kolay reçetelerin her dediğini mutlak görüp alelade bir sohbet edemeyecek hale gelmemiz, kendimizle bağlantımızı büsbütün yitirmemizdi. Burada, bu çarkların dışında kalmış çiçekçi, o açıdan aslında önemli bir figür.
“Seyahat evden dışarı bir adım atmakla başlar,”
Ve” Topuz ” sence o topuza sıkışmış her kadının topuzu keserek yürüyecek gücü var mı?
Neden olmasın? Kazanabiliriz o gücü. “Seyahat evden dışarı bir adım atmakla başlar,” diye bir söz vardır. Yola çıkmak önemli. O güç, o yolda adım adım kazanılır. Bizim gibi yola çıkanlarla, yolculuğumuza destek verenlerle, hiç bir yere gitmeyen gökyüzüyle, bir kuşun şarkısıyla…Yeter ki yolculuğun hakkını verelim. Leonard Cohen “Kusursuzluğu unutun. Bir çatlak vardır her şeyde, ışık da bu çatlaktan girer içeri” diyor şarkısında. O incecik çatlakları el birliğiyle büyütebiliriz, kafamızı sıkan topuzları bir çırpıda kesebiliriz.
Ve son soru… Kitabına “Çocuk olmayan bütün çocuklara…” diye başlamışsın
Buradan büyük olamayan ebeveynlere ne demek istersin?
Kestim Kara Saçlarımı Gülten Abla öyküsünün son cümlesini söylemek geldi içimden. Ülkü Tamer’in şiirinden alıntı: Ben sana teşekkür ederim.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.