Deneyim

Edep Ya Hu…

“Milletçe en çok kaybettiğimiz nedir?” diye bana sorsalar EDEP olduğunu söylerdim; Edep ya Hu…

Geçtiğimiz hafta sonu Mümkün Dergi yazarları ve dostlarla birlikte yaptığımız Güneydoğu Anadolu Bölgesi ziyareti bana “Coğrafya kaderimizdir” sözünü iki farklı duygu şeklinde hissettirdi. Bir taraftan çok şükür ki bu coğrafyada doğmuşum dedim. Çok şükür hücrelerimde, bilinçaltımda bu güzel toprakların, bu akıllı ve bilge ataların kanını, DNA’sını, bilgisini taşıyorum diye şükrederken, öte yandan “Nerede bizim edebimiz?” diye ağıtlar yaktı kalbim.

HALİL-ÜR RAHMAN

Hz. İbrahim’in makamı olduğuna inanılan Balıklı Göl’ü de elbette ziyaret ettik. Kur’an-ı Kerim’de Allah yalnızca İbrahim Peygamber’e “Halilim” yani “Dostum” diye hitap eder. Bu nedenle bu bölgenin adı aynı zamanda Halil-ür Rahman’dır. Hz. İbrahim’in atıldığı ateşin su, odunların ise balığa dönüştüğü efsane günümüze kadar anlatılagelir. Bu kıymetli bölgenin mitolojik hikayesini sizinle paylaşmak istiyorum. Çünkü sonra yazacaklarım biraz can sıkıcı olacak.

Şanlıurfa ve çevresinde bir zamanlar hüküm süren Kral Nemrut, kendisini tanrı ilan eder, inanılmaz bir zulüm yaşattığı halkının kendisine tapmasını ister. Bunun için tapınakta kendi heykellerini yaptırır ve halkının kendisinin simgesi olan bu heykellere tapmaya zorlar. Bir gece kabus görür ve hemen kahinleri toplar. Kahinlerden biri Nemrut’un rüyasını o yıl doğacak olan erkek çocuklardan birinin onu öldüreceğini, putları yok edeceğini ve hükümdarlığı ele geçireceği şeklinde yorumlar. Bunun üzerine Nemrut o yıl doğan bütün erkek çocukları öldürtmeye başlar. Nemrut’un askerlerinden olan Azer, hamile olan karısı Nuna Hatun’u Urfa Kalesi yakınında bir mağaraya götürür. Nuna Hatun bu mağarada oğlunu doğurur, ismini İbrahim koyar. Nuna Hatun Nemrut’tan korktuğu için oğlunu mağarada bırakır. Ancak dayanamaz ve çocuğunu kontrol etmeye gider ve yaşadığını, bir ceylan tarafından emzirildiğini görür; çocuk ceylanlar tarafından büyütülür. Henüz on beş aylıkken on beş yaşında bir delikanlı gibi görünür. Bir gün ava çıkmış olan kralın askerleri İbrahim Peygamber’i ormanda görüp yakalar ve saraya Nemrut’un huzuruna çıkarırlar. Nemrut’un çocuğu yoktur, İbrahim Peygamber’i görür görmez onu sever ve evlatlık alır. 

İbrahim Peygamber zamanla Nemrut’tan halkına yaptığı zulme ve putlara tapmaları konusunda zorladığı için nefret eder. İnsanların kendilerine bile bir faydası olmayan putlara tapmalarını anlam veremez, böylece içinde Allah inancı oluşmaya başlar. Bunu da halkla paylaşmaya başlar. Bu arada Nemrut, Zeliha adında bir kız çocuğu daha evlatlık almıştır. Zeliha, İbrahim’e karşı sevgi duyar ve onun söylediklerine hak verir.  Halk da İbrahim Peygamber’e hak verir fakat Nemrut’tan korktukları için hiçbir şey yapamazlar.  

HZ. İBRAHİM TÜM PUTLARI PARÇALAMIŞTIR

İbrahim Peygamber bir tören gününde eline aldığı baltayla tapınaktaki tüm putları parçalar ve baltayı en büyük olan putun boynuna asar. Haberi alan Nemrut çok sinirlenir ve en büyük putun üzerindeki baltayı alarak bir taş parçasının bunu nasıl yapabileceğini bağırarak sorar. İbrahim Peygamber bunun üzerine konuşmaya başlar. Kendi elleriyle yaptıkları ve inandıkları, kendilerini bile koruyamayan bu taş parçalarından bir de onlara inananları koruyacağını beklemelerinin doğru olmadığını anlatır. Nemrut bu konuşma karşısında öfkelenir ve İbrahim Peygamber’in büyük bir ateşle halkın önünde yakılmasını emreder. O gün hiçbir yerde başka ateş yakılmasına izin verilmez ve bütün odunlar toplanır. Büyük bir ateş yakılır. İbrahim Peygamber bugün Urfa Kalesi olarak ayakta duran yerde bu yakılan ateşe atılır. Atıldığı anda ateş göle, odunlar ise balığa dönüşürler. Balıkların sırtında kara lekeler vardır hala. Bu lekeler odunların yanmış olmasından kalan izlerdir. Zeliha’nın bu durum karşısında döktüğü göz yaşlarından bir göl oluşur ve bu göle Zeliha’nın gözyaşları anlamına gelen Ayn-ı Zeliha Gölü denir.

Halil-ür Rahman’ın yani Allah’ın Dostunun mekanının etrafındaki yapılaşma, bu bölgenin restoranlara, otellere bence peşkeş çekilmesini, gece yarılarına kadar sıra gecelerinin türküleri ile o makamın rahatsız edilmesini, gündüzleri etrafındaki kalabalığı ve o kalabalığın üst üste birbiriyle itişircesine ruhsallaşmaktan, makamın büyüklüğünün, kıymetinin ve gücünün farkındalığından uzaklaşmasını izlerken yaşadığım hayal kırıklığı ve şoku tarif edemem. Benzer duyguları Kudüs şehrinde de yaşamıştım. Demek oluyor ki bizi iyiliğe, ahlaka, edebe yönlendirmek için gönderilmiş olan dinlerden, kitaplardan yani Allah’ın tüm öğretilerinden, maalesef okumayı ve bilmeyi sevmediğimiz için her gün biraz daha, biraz daha uzaklaşıyoruz.

Müslümanlık, Allah’a iman etmek demektir ve birkaç farz ile kısıtlanabilecek bir inanç sistemi değildir. Erdemli insan yani Müslüman; edepli, sözünde duran, yetimi gözeten, yardımı ve infak etmeyi hayatının merkezine koyan, başkalarının haklarına saygılı olan, sabırlı (Bakara 177) kişidir. Otomatik bir şekilde ruhtan ve saygıdan yoksun yapılan ibadetlerin insanların kişilikleri üzerinde hiçbir olumlu etkisi olmadığını net bir şekilde görebildiğimi sanıyorum. Çünkü bizi daha iyi biri yapmayan hiçbir ibadet Allah katında kabul görmez. Bunu Maun Suresi’nden net bir şekilde anlayabiliriz:

“Dini yalanlayanı gördün mü? 

İşte o, yetimi itip kakandır.

Yoksulu doyurmaya da teşvik etmez.

Yazıklar olsun o salât (ibadet) edenlere.

Ki onlar (yaptıklarını sandığı) salâtlarından (ibadetlerinden) habersizdir.

Onlar gösteriş yaparlar.

En ufak bir yardıma bile engel olurlar.” (1)

İşin kötüsü; bir de bütün bu keşmekeş içerisinde şahit olduğum konuşmalar benim için çok daha sarsıcı ve incitici oldu. Bu kaosun, bu pisliğin Müslümanlığa ait olduğuna inanan da bir realite olduğunu gördüm. Ne acı ki biz insanların bazen bilgimiz olmadan fikrimiz oluyor.

Tüm dinlerin ve peygamberlerin indikleri, ayak bastıkları yer Arap Yarımadası… Dolayısıyla bence dinleri değil; bu yarımadada yaşayan insanlığı ve o insanlığın realitesini sorgulamalıyız. Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. İbrahim ve güzeller güzeli peygamberimiz Hz. Muhammed farklı farklı kıtalara gelmediler. Bu konuda ciddi düşünmek, anlam aramak ve dersler çıkarmak gerektiğine inanıyorum. 

Müslümanlık, Yahudilik, Hıristiyanlık… Tüm dinlerin karşı karşıya oldukları tehdit, bu dinlere mensup insanlığın kendilerine din edindikleri kültürel adetlerin var oluşudur. Bunlar olsa olsa uydurulmuş birer dindir ve bunların hiçbirisi Allah’ın öğretisi ile uyuşmaz. Bunun en net örneğini Hıristiyanlık tarihini okuyarak görebiliriz. Şu anda Hıristiyanlık olarak anılan din, Allah’ın İsa Peygamber’e vahiy ettiğinden çok, Pavlus’un yazdığı  dindir. Bununla ilgili kıymetli hocalarımızdan Sayın Doç. Dr. Zafer Duygu’nun “İsa, Pavlus ve İnciller”(2) kitabını tavsiye ederim. 

Doğu kültürünün pek çok kadim bilgeliğinin farkındalığını yaşarken, Müslümanlığın vermeye çalıştığı edep ve güzel ahlaklı insan olmak halinden insanın kendi seçimiyle uzaklaşması, diğer taraftan da bu dini suçluyor olması kalbimi paramparça ediyor.

Dini nefsine alet edenleri görüp hakiki dinden soğumak yerine hakikati görüp dini nefsine alet edenlerden soğumak gerekmez mi?

Gerçekten herkesi; bir kez daha hayatında en azından bir defa Kur’an’ı okumaya davet etmeyi çok istiyorum; ama gerçek bir idrak ile okumaya…

1. Mehmet Okuyan Meali.

2. İsa, Pavlus ve İnciller – Doç Dr. Zafer Duygu

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

sebnem-toker
Bournemouth College Büro Yönetimi mezunu. Yaklaşık 30 yıldır üst düzey yönetici asistanlığı yapıyor. 2002 yılından beri kendini kaşif olarak adlandırdığı yolun yolcusu… Yaşamın Direksiyonunda atölyesinin kurucusu ve Profesyonel Jungian Koç. Koçlukta Sanat Terapisi, NLP, metafizik, hipnoz ve Seraphim Blueprint uluslararası uygulayıcı eğitmeni.