PROTESTONUN DA FARKINDALIĞI OLUR MU?
Aktüalite

Protestonun da farkındalığı olur mu?

Pankartların, sloganların ve kalabalıkların arasında sessizce duran bir şey var: Farkındalık. Yok daha neler diyeceksiniz belki de yoga matlarından meydanlara mı indi farkındalık? Demeyin, adaletsizliğe direnin ama bana şimdilik direnmeyin. Yazının sonunda yine bir bakarsınız.

Hak veriyorum, farkındalık kelimesinden bunaldık. Onunla tekrar yakınlaşmak için önce kısaca bir kez daha anlamını hatırlatmak istiyorum. Farkında bir yaşam özetle zihnimizden geçen binlerce düşüncenin otomatik akışını fark etmek, aniden yükselen olumlu ya da olumsuz duyguları fark etmek ve böylece onların kontrolüne girmeden önce bir durabilmek, sonrasında daha bilinçli şekilde harekete geçmek, bedenin işaretlerini fark edip doğru yorumlamak ve hayatın içinde otomatik pilotta yaşamak yerine bilinçli seçimler yapmak olarak tanımlanabilir.  Bu hali ile keşişvari bir yaşam izlenimi verse de tüm bunlar, bizler gibi bir gün bile sakinleşmeyen bir gündemle yaşayanlar için belki de çok daha elzem. Çünkü ne diyorduk; kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz. Hep beraber olmak içinse önce tek başına fark etmek gerekiyor neyi neden yaptığımızı. En azından ben buna gönülden inanıyorum.

***

İzninizle önce slogan atacağım:

Hak, Hukuk, Adalet!

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Gençleri Serbest bırakın!

Şimdi biraz sakinleşelim ve güzel ülkemizin gündemini kendimizden dışarıya doğru değerlendirelim. Daha doğrusu ben bunu kendi adıma yaparken siz de bana eşlik edin. Benimki özel bir yolculuk olduğundan değil, ben sadece kendiminkini anlayabileceğimden- o da bir yere kadar.

Haydi başlayalım.

Dikkat ederseniz ortada bir büyük kütle halinde iktidar yanlıları ve bir büyük kütle halinde muhalifler var gibi görünüyor. Televizyon kanallarını izlediğinizde “objektiflik” süsü verilmiş olsa da kanalların bu iki taraftan birini temsil etme gayretinde olduğunu, aynı olayı her uzmanın bambaşka bir bakış açısından nasıl ele alabildiğini görüyoruz. Gerçek herkes için aynı değil. Herkes kendi gerçeğini yaratıyor, ona inanıyor ya da inanmak için çabalıyor. Adı ön planda olan isimler ya pirüpak ya tamamen kirli ilan ediliyor. Tabii ki hukuki çerçevede değerlendirilecek çok şey var ama burası bizim uzmanlığımız değil. Bu yazıda benim işim -bir bakış açışı verebilmek için- kendimle.

BEN NEYİ, NEDEN SAVUNUYORUM?

Hepimizin hayatında, aslında sesimizi çıkarmamız gerektiğini bildiğimiz ama farklı nedenlerle sustuğumuz ve sonra yıllarca bunun için pişmanlık duyduğumuz anlar olmuştur. Belki de tam tersi…. Susmadığımız, bazen bedel ödediğimiz ama o konuya dair rahat bir vicdanla yaşamamızı sağlayan anlar.  Sadece toplumsal bir meseleden ya da mesela iş hayatında yaşanan haksızlıklardan falan bahsetmiyorum. Küçük ailelerimiz içinde hatta arkadaş sofrasında bile hakkı, hukuku, adaleti görmezden geldiğimiz, çekindiğimiz, korktuğumuz ya da tam tersi savunduğumuz anlar. Herkes kendi bagajını kurcalayadursun ben çok da yakın bir zamanda bir arkadaşımın, kendisinin bulunmadığı bir sofrada bence gereğinden ağır bir şekilde eleştirilmesine ses çıkaramadığım ana gittim. Hemen arkasından yine yakın zaman önce bir başka arkadaşımın nasıl da arkasında durduğumu hatırladım. Sonra yine çok yakın bir zamanda ciddi bedelleri göze alıp yanımda duran kuzenim geldi aklıma. Hayat böyle… Bazen yaparız bazen yapamayız ama en azından yapamadığımızı fark ederiz. Ne yazık ki bazen de hiç fark etmeyiz. O zaman gündemimize dönüp sormaya başlayalım.

SORU: Bayrağımı alıp meydanlara koşarken, koşmak isteyip de koşamazken ya da koşanları eleştirirken;

Ben neyi savunuyorum?

Neden savunuyorum?

Savunurken duygusal mı davranıyorum yoksa çok temel değerlerim üzerinden mi ilerliyorum?

Özgürlük, adalet, eşitlik ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerimi ne zaman ve nasıl oluşturdum?

Bu değerlerin temelleri içimde sağlam mı yoksa gündeme göre, duygularıma göre, anneme, babama, öğretmenime, arkadaş grubuma, oy verdiğim lidere göre mi şekilleniyor ve sık sık şekil değiştiriyor mu?

Yoksa gücümü kendimden, farkındalıkla oluşturduğum kendi değerlerimden mi alıyorum?

BEN KİMİN YANINDAYIM?

Hepimiz aynı mavi kürenin içinde, dünyada yaşıyoruz. Aynı denize, aynı göğe baktığımızı, aynı suyu içtiğimizi, aynı domatesi yediğimizi, aynı notalarla oluşturulmuş müzikleri dinlediğimizi varsaysak da bu dünyanın içinde kendi küçük dünyalarımız var. Bizi biz yapan, seçtiklerimizden ya da seçmediklerimizden, sevdiklerimizden ya da sevmediklerimizden oluşan, dolayısı ile metafizik bir ifade ile bizim titreşimimizi, radyo kanalımızı belirleyen otantik dünyalarımız. Bizimle aynı titreşimde olanlarla kesişim kümelerinde buluştuğumuz o güzel dünyacıklarımız. Tam da bugün ben ve dünyacığım, içine doğduğumuz koca dünyadan biraz uzaklaşıp bakıversek, acaba nerede duruyoruz? Benimle aynı fikirde gibi görünenlerle ayrıştığım noktalar dahi olabileceğini ve bunun benim eksikliğim değil özgünlüğüm olduğunu fark edebiliyor muyum? Örneğin benim gibi hak, hukuk, adalet diyen birileri bazı isimleri linçlerken ben linç kültürüne karşı durmak istiyorsam, linç edeni linçle cezalandırmak istemiyorsam bunun benim kişisel ve cesur kararım olduğunu fark edebiliyor muyum? Ya da benim dünyam için şu an en uygun görünen liderin tutuksuz yargılanmasını savunurken başkalarının ideal liderlerinin aynı şeklide tutuklanmasına ses çıkarmamış olduğumu kendime itiraf edebiliyor muyum?

SORU: Gücümü liderlerin isimlerinden mi kendi değerlerimden mi alıyorum? insanların mı yanındayım yoksa hak hukuk adalet kavramlarının mı?

HANGİ EKREM?

Farkındasınızdır, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiği ilk günden itibaren herkes kendi dünyasının filtresi ile Ekrem İmamoğlu’ndan “birisi” olmasını bekliyor. Mecliste istedikleri oranda temsil edilemeyen bazı sol görüşlüler kendilerine o gün için en uygun ve güçlü aday olarak oy verdikleri İmamoğlu’ndan yoldaşlık beklemediler mi? Ta ki İmamoğlu’nun Alparslan Türkeş’in ölüm yıldönümünde paylaştığı anma postunu okuyana kadar. Hayalini kurdukları lider hayal ettikleri gibi çıkmayınca da çok kızdılar. Oysa İmamoğlu böyle bir çerçevenin sözünü vermemişti. Başkanlığının altıncı yılında birçok defa farklı kesimlerden hayal edilen kişi olmadığı gerekçesi ile eleştirildi Ekrem İmaro. Mesela sizinki hangi Ekrem? Sizi nereden yakaladı? “Olacak o kadar” diye görmezden gelmeyi seçtiğiniz yanları oldu mu? İmamoğlu’nu bu olayın kahramanı olarak mı görüyorsunuz yoksa sembolü olarak mı? Suçsuzluğuna sonuna kadar kefil misiniz yoksa sadece adil yargılama mı talep ediyorsunuz? Dilerseniz Ekrem adı yerine bir başka lider ismi koyarak düşünün, ben kendisine üç kez oy verdiğim için bu örneği kullanıyorum.

SORU: Gücümü kurtarıcı/ideal/kusursuz gördüğüm bir lidere mi veriyorum yoksa kendi değerlerimden ve duruşumdan aldığım güçle bir lideri mi destekliyorum?

HANGİ CHP?

Çok sık okuduğumuz ifadelerden bazıları, “Ben hiçbir zaman CHP’li olmadım ama…” ya da “Ben hiçbir şeyci değilim ama…” ya da “Ben babadan CHP’liyim, siz şimdi ihtiyaç duydunuz…” şeklinde. Eminim siz de denk gelmişsinizdir. Çünkü hepimizin bir hikayesi var. Parti üyesi olmak hepimiz için bambaşka anlamlara geliyor. Parti üyesi olmamak da… CHP de öyle… Çünkü mesele CHP değil, bizim içimizdeki CHP. Hahahaha, geldik mi yine spiritüelliğe. Bana Cem Yılmaz’ı çağırın. Mutluluk kadar CHP de bizim içimizde. (Ben bu bölümü yazarken Cem Yılmaz henüz boykot edilmemişti, her şey ne çabuk değişiyor.) Mesela benimki Cumhuriyet kurulurken çok değerli hizmetlerde bulunmuş CHP’li milletvekili büyük dedemizin CHP’si. Verdiğim ya da vermediğim oydan, kızdığım ya da desteklediğim duruştan, kendimi temsil edilmiyor hissettiğim zamanlardan öte bir yerde. Bilmem anlatabiliyor muyum? Dolayısıyla üye olmam beni körü körüne partici yapmadığı gibi üye olmamam da karşıt yapmıyor.  Etiketlere elveda…

SORU: Peki bir partiye üye olmanın ya da olmamanın ötesinde, ben bir partiye neden oy veriyorum? Bu seçimi yaparken yönlendiriliyor muyum yoksa gücümü kendi değerlerimden, gelecek hayallerimden, deneyimlerimden ve sezgilerimden mi alıyorum?

HANGİ DUYGU?

Ocak ayı içinde sevgili dostum Şebnem Toker’in evinde 2025 vizyon panomu hazırlarken elimdeki fotoğrafı göreni arkadaşım, “Bunu panoya koymayalım, adaletin terazisi hassastır, bu niyeti daha net bir şekilde ifade etmek doğru olur, bunu seninle ayrıca çalışalım” demişti. Panoma yapıştırmakla yapıştırmamak arasında gidip geldiğim kâğıt kesiğinin üzerinde ne mi vardı? O gün oradaki herkes dergilerden arabalar, evler, şık oteller, harika manzaralar kesip neşeli neşeli gelmişken benim elimde Adalet tanrıçasının resmi vardı. Neden mi? O günlerde aslında öfkeliydim, kendi adıma bir adalet arayışının içindeydim ve bunu öfkemle bulacağımı sanıyordum, yani sanıyormuşum. Kâğıdı panoya yapıştırmadım, Şebnem’le adalet üzerine çalışma fırsatı da bulamadık, vizyon panoma da o günden sonra bir daha açıp bakmadım, bir yere de asmadım. Çünkü ben o günkü ben değilim artık. O günkü Yaprak’ın duyguları ile bir gelecek yaratamam kendime. Arada ne oldu derseniz, kendime geldim. Bir kez daha… Hep öyle değil mi, kendimizi kaybedip kaybedip geri buluyoruz. İşte ben de bir kitap okurken kendime geliverdim, yahu dedim bir dakika, n’oluyoruz, ne bu şiddet bu celal, bu her şeyi üstüne alınmalar ve kurtarıcı rolüne bürünmeler Ne kadarı seninle ilgili ne kadarı senin işin ve ne kadarı değil bir bak, bir gör. Baktım, gördüm, kendimi fazla önemsediğim yerleri fark ettim, bana ait olmayanları bıraktım.

SORU: Öfkem beni nasıl yönlendiriyor? Bana zarar verip gücümü benden alıp öfkeli olduklarıma mı veriyor yoksa “hayır” demem gereken yerde hayır deme gücünü bulmama yardım mı ediyor?

HANGİ ADALET?

Benimki mesela Saraçhane’de kendisine uzatılmış mikrofona, yedi yaşındayken 17 yaşındaki bir erkek tarafından taciz edildiğini, o kişinin ifadelerinin güle oynaya alındığını, artık reşit olan bu adamın ceza almadığı gibi kamu görevi ile ödüllendirildiğini anlatan ve “Benim partilerle işim yok. Adalet istediğim için buradayım. İnsanların içine bir ışık olduğunu, umut olduğunu gördüm, İçimdeki umut yeşerdi. Bir tek kendim için değil bütün kadınlar için” diyen, bunları söylerken ağlamaya başlayan genç kızın aradığı adalet. Hikayelerimiz bambaşka olabilir ama onu evinden kaldırıp her an tutuklanma tehlikesi altında olduğu meydana götüren ne ise benimki de o. Yıllardır defalarca yerimde hop oturup hop kalktığım nice kişisel ve toplumsal mesele yatıyor orada. Sosyal medyada yorumlara, durup durup ağladığını yazan koca adamlar ve kadınlarla da aynı yerdeyiz, biliyorum. Volkan Konak’ı da o yüzden dinleyip dinleyip ağlıyorum günlerdir, onun da çok üzüldüğü ve belki de bu yüzden kalbinin zorlandığı ihtimali aklımın bir köşesinde.

Adalet kavramını yetiştirildiği ailede öğrenmemiş, büyüdükçe üzerine düşünmemiş, haklarının hiç fark etmemiş, hakkını aramak aklına gelmemiş ya da adalete ihtiyacı pek olmamış birine neden orada olduğumuzu anlatmak zor. Hele o meydanların atmosferini, binlerce kişinin sokaklarda, metro merdivenlerinde, tren kapılarında birbirinin ayağına bile basmadan güle oynaya adeta su gibi akıp gidebildiğini yaşamayana anlatmak zor.

SORU: Benim adalet duygum daima haksızlığa uğradığına inanan bir kurbanın talebi mi ya da kendinden üstün gördüğü kişi ve kişilerin manipülasyonunun eseri mi yoksa haklarını bilen ve talep eden bir insanın mı?

HANGİ VATAN?

Ne kadar çok kötüledik memleketimizi ne çok konuştuk arkasından, uzaklara giderken neler dedik kötü kötü, ne çok küstük.  Ayıp olmasın diye “biz” diliyle yazıyorum ama doğrusu ben bunu yapmamak için büyük çaba gösterdim. Eleştiri ile nefreti ayırmaya gayret ettim. Çünkü seviyorum. Ben bu vatanı seviyorum. Köklerimi seviyorum. Atalarımı seviyorum. Tarihimizi seviyorum. İnsanımızı seviyorum. Umudumu kesmiyorum çünkü güveniyorum. Bu güveni de öncelikle DNA’mda da kayıtlı vatan sevgime sonra da sezgilerime dayandırıyorum. Bir ben miyim yani böyle hisseden? Mümkün mü? Değil. O zaman biz çok fazlayız, biliyorum. Bir de görünmeyen taraftakiler var, bu ülkenin koruyucuları… Dikkatli bakan gözler görmüştür ne çok biz buradayız deyiverdiler en beklenmedik yerlerde sembolik olarak. Dolayısı ile benim adaletsiz bulduğum durumlara çıkan sesimi, kendi korkularının körlüğü ile vatan hainliği olarak yorumlayanlara da farkındalıklı bir seçimle “Hadi oradan” diyorum.

SON SORU: Ben ne istiyorum, nasıl bir ülke istiyorum, ileride bugün eleştirdiklerime benzememek için yeterince güçlü müyüm, kutuplaşmalar yerine kucaklaşmalar, ayrıştırmalar yerine onurlandırmalar için kalbim yeterince açık mı?

Ben nasıl bir ülke, nasıl bir yaşam istiyorum?

Benim niyetim net mi?

***

VE BENDEN BAZI CEVAPLAR:

Benim gücüm siyasetin de liderin de üstündedir. Seninki de öyle.

Benim gücüm bana anlatılanların, dayatılanların üstündedir. Seninki de öyle.

Benim kalbim bana sunulandan fazlasını bilir, daha iyi çözümler bulur. Seninki de öyle.

Benim aklım ve kalbim kimseyi gözünde büyütmez, sadece bir süre için destekler, gerekirse eleştirir ve hatta desteğini çeker. Seninki de öyle.

Benim aklım ve kalbim kendi protestosuna kendi karar verir, bunu için kimsenin beni yönlendirmesine, çekiştirmesine, korkutmasına gerek yoktur. Seninki de öyle.

Üstelik tek başıma kalsam dahi benim gücüm tek kişilik protestomun dünyayı sarsmasını sağlayabilir, yeter ki niyetim net olsun. Seninki de öyle.

Özgür, adil, vicdanlı, sorgulayan, çalışan, üreten, refah içinde, umudunu yitirmeyen, kucaklaşmaya gönüllü, birlikte yürüyebilen, gücünü kendinden alan bireylerden oluşan güçlü bir Türkiye’ye inanıyorum. Bence sen de öyle.

***

Belki size biraz daldan dala gibi gelecek ve benim günlerdir içimde bir sancı olarak duran bu yazıyı değerli öğretmenim Vernon Frost’un önceki gün gelen seminer duyurusundaki sözleri ile bitiriyorum:

Gerçek cesaret kalbin cesaretidir. Cesaret; araştırmak, bakmak, içimizde neyin doğru olduğunu görmek ve merkezimizde, sarsılmaz varlığımızda dinlenmektir.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

yaprak-cetinkaya
Gazetecilik eğitimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aldı. 27 yıldır farklı görevlerde daima mesleğine aşık bir hal ile çalışıyor. Gazeteciliği en çok wellbeing, kişisel gelişim, psikoloji, ezoterizm, mitoloji gibi daha az konuşulan konular üzerinden yapmayı seviyor. Mümkün Dergi, Yuka Dükkân ve Yuka Ajans’ın kurucu ortaklarından…
Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.