Kitap

Issız yerlerde kendin için bir evren ol

Hiç düşündünüz mü, her şeyin önümüze bu kadar kolaylıkla serildiği bir dünyada nasıl oluyor da hala esir gibi hissedebiliyoruz kendimizi?

Nietzsche’nin “Yaşamak için bir nedeni olan, her türlü nasıla katlanır” sözü bizleri derin bir anlam arayışına ve sorumluluk alma duygusuna yönlendiriyor. Stoa felsefesi bu noktada hayatımızın sorumluluğunu almamız, seçimlerimiz ve hatta acıyı algılayışımız üzerine hayata geçirilebilir, pratik reçeteler sunuyor.

Yazar Taner Şanlıoğlu’nun yeni kitabı “Issız yerlerde kendin için bir evren ol” Stoa felsefesini, bu felsefenin yaşamdaki pratiklerini ve aynı zamanda kendi içsel yolculuğunu anlatıyor. Şanlıoğlu ile Stoa felsefesi, yaşamın, ölümün derinliklerine girdiğimiz şahane bir röportaj yaptık. Keyifli okumalar.

Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Merhaba ben Taner Şanlıoğlu. 1988 Balıkesir doğumluyum. Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Felsefe mezunuyum. Şu an bir okulda aktif olarak teknik öğretmenlik yapmaktayım. Yazma serüvenim üniversite zamanlarında başladı, sonrasında ise çeşitli blog sitelerinde yayınlanan yazılar ve basılan kitaplarla devam etti. Yazarlık ve eğitimciliğimin yanında çevrimiçi ve yüz yüze eğitimler veriyorum. Bu eğitimlerin yanında birebir felsefi danışmanlıklar da veriyorum.

Taner Şanlıoğlu

Bugüne kadar derlediğiniz kitaplar ve son kitabınız Issız Yerlerde Kendin İçin Bir Evren Ol, felsefeye duyduğunuz ilgiyi ve aşkı gösteriyor. Nereden başladı bu felsefe merakı?

Felsefe aslında en ilgisiz insanın bile gün içinde farkında olmadan yaptığı bir eylemdir. Kişi başına gelenlerin neden bir başkasının değil de kendisinin başına gelmiş olduğunu sorgularken, şansı, kaderi, var oluşunun anlamını düşünürken aslında bu esnada hep felsefe yapmış olur. Dolayısıyla ben de her insan gibi bu tarz sorularla farkında olmadan felsefe yapmaya başlamış oldum. Neden bu dünyadayım? Neden kadın olarak doğmadım da erkek olarak doğdum? Neden İsviçreli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmedim de Türkiye’deki bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim? Bu sorular herkes gibi benim de sorduğum sorulardandı. Ancak tüm bunların yanında, üniversiteyi kazandığım yıl babamı kaybedişim bu soruların yönünün değişmesine, yoğunluğunun ve derinliğinin artmasına sebep oldu. Tüm bu kayıpların, aksiliklerin neden açığa çıktığını, bu soruların gerçek bir cevabının olup olmadığını bilmem gerekiyordu. Ve bu bilme isteği, engin felsefe ormanında uzun bir yolculuğa çıkmamı sağladı.

Son kitabınızı yazma motivasyonunuz neydi? Bu isimle ne anlatmak istiyorsunuz?

Bu kitap aslında benim ilk kitabım. Nietzsche, Yunus Emre ve Platon kitaplarını bu kitabımdan sonra yayına hazırladım. Öncelikle bu kitabı yazmak için elimde çok fazla sebep olduğunu söylemem gerek. Biraz önce de bahsettiğim gibi babamı kaybedişimle daha derinden ilerlemeye başlayan felsefi sorgulama sürecim aynı zamanda benim ıssızlığımın başladığı döneme de işaret ediyor. Bu dönemden sonra artık hiçbir şey benim için eskisi gibi olmadı.

“Bir çocuk için babanın kaybı, gücün yitirilişi demektir. Güç kaybı ile gelen bu eksiklik, yaşamınızda yapmak isteyip de yapamadığınız birçok şeyin de sebebidir. Yapamadıklarınızın sayısı artıkça ıssızlaşma oranınız da artar. Sosyal dünyaya, doğaya ve zamanla kendinize ıssızlaşırsınız. Bu ıssızlığı aşmak için yitirmiş olduğunuz gücü tekrar kazanmak istersiniz ancak bu istekle dışarıdaki değiştiremediğiniz gerçek çatışır.

Dış dünyada değiştiremediğiniz bir dünya ve sizin iflah olmaz bir şekilde tüm bunların üstüne çıkma isteğinizin yıllar süren diyalektik bir çatışmanın sonucu olarak bir sentez açığa çıkarır; isteklerinizi yönlendirebilme iradesine sahip olmak. Özgürlüğü bu alanda kazanmak… Bu sentezin, binlerce yıl önce oluşturulmuş “Stoacılık” felsefesi olduğunu ise çok sonra öğrenecektim. Fark etmiş olduğum şeyin Stoacılık felsefesiyle binlerce yıl önce açığa çıkmış olduğunu öğrenmek ve bu alanda Türkçe olarak yazılmış bir kitabın olmaması bu kitabı yazmamda benim için büyük bir itici güç oldu. Issız Yerlerde Kendin İçin Bir Evren Ol ismi ise Tibullus’a ait bir söz. Stoacılığı çok güzel özetlediği için kitabımı da bu ismi verdim.

Stoa felsefesi sanki dün yazılmış gibi bugün bile bize anlamlı hayat dersleri veriyor. Sizin Stoa felsefesinde kendi hayatınıza aldığınız ve bu felsefeye dair kitap yazmanızdaki en önemli stoa görüşü nelerdi? Hayatınıza en çok neyi kattınız?

“Stoa felsefesi her şeyden önce bana kendi hayatımın sorumluluğunu almam gerektiğini fark ettirdi. Kendi kaderinin sorumluluğunu üstüne almam ve yaşamın benden talep ettiklerini yerine getirmek için yapmam gereken ahlaki ödevlerimin farkına varmama yardımcı oldu.”

Zor zamanlar güçlü insanlar açığa çıkarır. Zor zamanları, artık endişeyle kurtulmam gereken bir süreç olarak görmek yerine bilgeliğimin açığa çıkmasına yardımcı olacak fırsatlar olarak görmeye başladım. Stoacılık bir “zor zamanlar felsefesi” olarak ortaya çıkmıştır ancak kişiye zor zamanlarla başa çıkmanın ötesinde de hizmet eder. Bizi kendimizle yüzleşmeye davet eder. “Kendini bil” düsturunun pratik bir uygulama alanı kazanmasına yardımcı olur. “Ben kimim?” sorusunun yanında ek olarak “Ben kim olmalıyım?” sorusuna cevap bulmaya da bizi davet eder.

Gerçek bilgelik sizce nasıl olmalı? Bilgeliği bilgiden nasıl ayırabiliriz? Ve bilgeliği hayatımıza uygulamak için nasıl bir yol izlemeliyiz?

Bilgi sahibi olmakla bilgelik arasındaki en büyük fark uygulamadır. Stoa felsefesi, teorik bir anlatıdan, entelektüel bir kazançtan çok daha ötede pratik bir felsefedir. Bu pratikte öğrendiklerinizi, farkına vardıklarınızı yaşamınızda uygulamaya başlarsınız. Bu da sizi sadece bilgi sahibi olmakla sınırlı tutmaz, aynı zamanda bildiklerinizi yaşama uyguladığınız için bilgeleşme yolunda adım atmaya da teşvik eder. Bilgeliği yaşamlarımıza uygulamak için ilk yapılması gereken şey harekete geçmektir. Örneğin bedensel güç kazanmak için sadece hangi hareketlerin hangi kası büyüteceğini bilmenizin size pratik anlamda bir getirisi yoktur. Bunun için bildiklerinizi uygulamanız da gerekir. Sigaranın sağlığa zararlı olduğunu bilmenizin size bir faydası yoktur, aynı zamanda onu içmemeniz de gerekir. Bilgelik, bildiklerinizi yaşama aktarabilme yeteneğidir.

Hayatımızda birçok evreden geçiyoruz. Doğumlar, ölümler, müjdeli ve acı olaylar peşi sıra hayat sahnemizde rol alıyor. Stoa felsefesine göre bu olguları nasıl ele almalıyız? Bir ölüm ile karşılaştığımızda her zaman Stoa felsefesinde yazılanlar gibi davranmak ne kadar mümkün?

Bir meyveyi dalından kopardığımızda ya da bir hayvanı yemek için kestiğimizde aslında o elmayı ya da hayvanı öldürmüş oluruz. Ancak ölüm kavramını yakınlarımız üzerinden deneyimlediğimizde ona bu kadar objektif yaklaşamıyoruz. Her şeyde olduğu gibi, ölüm de doğanın, doğal sürecin bir parçasıdır. Ve benim için ölüm, bir yok oluş değil yalnızca varoluşsal bir form değişikliğidir. Kabullenmek ne kadar zor olsa da bir elma ya da koyun için gözlemlediğimiz bu olgu, aslında annemiz ya da babamız için de aynı şekilde geçerlidir. Stoacılar evrensel aklın/logosun doğayla kendini ifşa ettiğine, açığa çıkardığına inanırlar. Ölüm doğal bir süreçtir ve bu nedenle akla uygundur. Akla uygun olan her şey aynı zamanda kutsaldır da. Bu nedenle hem kendi ölümünü hem de yakınlarının ölümünü bir yok oluş olarak değil, açığa çıkması gereken akılsal bir süreç olarak kabul eder. Kendi kayıplarımıza en başta bu kadar yalın ve net yaklaşamayabiliriz ancak kavramları duygulardan arındırılmış hali ile ele almayı da öğrenmeliyiz.

Konu duygularımızı ortadan kaldırıp hiçbir şeye üzülmemek ya da sevinmemek değil. Acımızı yaşamalıyız. Hatta ben yas tutmanın kişiyi şifalandıran bir süreç olduğunu düşünüyorum ancak konu zaten acı “çekmemek” değil. Bu acıya bir anlam vererek onu çok daha yüce ve büyük bir şeye dönüştürmek…”

Stoa felsefesinin temelini hangi fikirler oluşturuyor?

Stoa felsefesinin temelinde mantık, fizik ve ahlak kavramları var. Felsefeyi bir bahçe olarak ele alırsak bu bahçenin sınırlarını çizen mantıktır. Bu bahçede yetişen ağaç fizik, bu ağacın meyveleri ise ahlaktır. Yani aklı temel alan bu felsefede fiziğin/doğanın bilgisine ulaşarak oradan da ahlakın bilgeliğine erişilir. Mantık yani akıl bu bahçenin sınırlarını oluşturur çünkü Stoacılara göre bu bahçe yani evren zaten aklın kendisidir. Dolayısıyla onun anlaşılması ancak akılla mümkündür. Akılla bilinen şey yani bahçe ise doğa yasalarıyla kendini ifşa eder. Doğa yasalarını yani fiziğin bilgisini kazanmak, teoriyi idrak etmek demektir. Bu idrak ile ahlaksal öğretiler açığa çıkar ve uygulamaya konulur. Bahçe ve ağaç en nihayetinde o ağacın meyvesi yenildiğinde anlam kazanır. Meyvenin burada ahlakı temsil ettiğini tekrar hatırlayalım. Ahlak ise kendi içinde dört kavramdan oluşur: Bilgelik, cesaret, adalet ve ölçülülük.

Issız Yerlerde Kendin İçin Bir Evren Ol Taner Şanlıoğlu

Kitabınızda “Stoacı filozoflarla yürürken (Epiktetos, Marcus Aurelius ve Seneca) aynı zamanda Mevlâna, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre ile de bu yolda karşılaştım” diye yazmışsınız. Bu içsel yolculuk sizi nereye çıkardı? Ortak noktaları neydi?

Stoacıların aklı temel aldığını, ahlaki öğreti ve uygulamalarını aklın ışığında açığa çıkardığını söylemiştim. Tasavvufta bir söz vardır: “Bu yol akılla bulunur, ancak gönülle yürünür.” Akıl gönlün kılavuzudur. Neye gönül vereceğimizi, ne için gönüllü olmamız gerektiğini akılla buluruz. Bu anlamda Stoacılık ve tasavvuf birbirine paralel olarak ilerler. Yayına hazırladığım diğer kitabım Yunus Emre üzerine yazarken ona paralel bir anlayışla ilerleyen Dante’ye de bu bağlamda atıfta bulunurum. Çünkü Dante de karanlık bir ormanda yolunu kaybetmiş haldeyken, aklın temsilcisi Latin şair Virgil’in yardımıyla bulur yolunu. Ancak yolun tamamını onunla yürümez, yürüyemez. Cennet’e yani Tanrı’nın katına geldiğinde Virgil bir anda ortadan kaybolur ve sevgilisi Beatrice gönlün simgesi olarak eşlik eder Dante’ye… Akıldan başlayıp doğa yasalarını yani evreni keşfedip ahlaksal bir öğreti oluşturmak bu bağlamda Stoacılık ve tasavvufun ortak noktalarıdır.

Neredeyse üç yıldır zor zamanlardan geçiyoruz. Pandemi ve arkasından gelen ekonomik kriz bizleri oldukça zorladı. Bu zor zamanlardan geçerken bir stoacı nasıl düşünürdü, nasıl davranırdı?

Pandemi, ekonomik krizler, aşk acıları, aldatılmalar ve iş ortağımızın ihaneti aslında sadece belirli zamanlara ait olgular değil. Bu tarz zorlu olaylarla yaşamın her döneminde karşılaşabiliriz. Dolayısıyla Stoacılığı sadece belirli bir döneme reçete olarak almamak daha sağlıklı olacaktır. Bir de sürekli üzerinde durduğum “kurtulmak” ve “arınmak” kavramları arasındaki ayrımı iyi yapmamız gerekiyor. Stoacılıkta bir şeyden kurtulmaya çalışmak yoktur. Kişiye acı veren olaylara farklı bir anlam vererek bu acının üzerine bir seyirde ilerlemek vardır. Nietzsche’nin sözünü burada anmak yerinde olacaktır: “Yaşamak için nedeni olan kişi, her türlü nasıla katlanır” der. Çoğu zaman atlıyoruz, ancak bizim problemimizin sorunlarımıza çözüm bulamamaktan değil, bu çözümleri yaşamlarımıza katmak için gerekli nedenlerden yoksun olmaktan kaynaklanıyor. Hipokrat da birini iyileştirmeye başlamadan önce onu hasta eden şeyleri bırakmaya gerçekten hazır mı diye sormamızı tavsiye eder. Zor zamanları aşacak bir çözüm her zaman oldu, olmaya da devam edecek. Ancak asıl soru “Biz gerçekten bir çözüm isteyecek, şifalanmayı talep edecek güçlü nedenlere ve samimiyete sahip miyiz?” olmalı. Krizler oldu ve olmaya da devam edecek. Bir dahaki krize daha, daha sarsılmaz bir maddiyatla girmeye çalışmak yerine hayatta kalmaya bizi motive edecek güçlü nedenleri açığa çıkarmaya odaklanmalıyız.

Stoa felsefesinin olmazsa olmazlarından ve sizin de sıkça bahsettiğiniz “doğa yasalarına uygun yaşamak” ne demek?

Doğa yasaları aslında, fizik yasalarıdır. Taşı havaya attığımızda yere düşmesini gözlemleriz. Yer çekimi kanunudur bu. Siz havaya zıpladıktan sonra yere düşmeme beklentisine giriyorsanız, doğa yasalarına uygun davranmıyorsunuz demektir ve bu sizi mutsuz eder. Çünkü sıçradıktan sonra yere düşeceğiniz doğa yasası gereği bellidir. İşte Stoacılık, zıpladıktan sonra yere düşmeyeceğiniz beklentisinin gerçekçi olmadığı için kişiyi mutsuz edeceğini söyler. Yine ölüm de bir doğa yasasıdır. İnsanlar vakti gelince bedensel bütünlüğünü kaybederler. Ölümden korkmak, ondan kaçmak (bkz. Gılgamış Destanı) doğa yasasına karşı gelmektir ve gerçeklere karşı gelmek üzüntünün kaynağıdır… Tüm bu yasaların farkında olmak ve buna uygun davranmak, doğa yasalarına stoacı bir yaklaşımla uygun yaşamaktır. 

Stoa felsefesinin savunduğu görüşlerden biri de Premeditatio Malorum yani kendini kötü senaryoya hazırla! Bunu takıntıya ve içsel huzursuzluğa kapılmadan nasıl başaracağız?

Buradaki durumu şöyle ele alırsak kötüyü önceden düşünmekten tam olarak neyin kastedildiğini daha iyi anlayabiliriz sanırım. Dogville filmindeki Grace karakteri yeni gelmiş olduğu kasabadaki herkesin çok iyi niyetli insanlar olduğunu düşünür ve bu düşüncesinden ne yaşarsa yaşasın asla şaşmaz. Onun bu her şeyi iyiye yoran yaklaşımı bir süre sonra kasabanın içindeki kötünün açığa çıkmasına neden olur. Ne yapılırsa yapılsın “her şeyi iyiye yorma yaklaşımı” kasabayı kötüleştiren ana motivasyona dönüşmeye başlar. Kendini kötü senaryoya hazırlamak da tam olarak burada devreye girer. Bu her zaman kötüyü düşünmek değil, eylemlerin arkasında kötünün de olabileceğini hep akılda tutmaktır. İnsanın içinde iyi vardır ancak kötü de vardır. Karşımıza çıkan herkes her zaman iyi niyetli olarak karşımıza çıkmayabilir. Yaşayacağımız her olay her zaman istediğimiz ya da umut ettiğimiz gibi “iyi” gitmeyebilir. Kötü olanı, istenmeyen senaryoyu da düşünmek hayatta kalmaya devam etmek için gerekli olan bir zihinsel tutumdur.

Mutluluk nerede aranmalıdır, nasıl mutlu olabiliriz?

Mutluluğun aranması gereken bir şey olduğunu, hatta onun tek başına var olabilecek bir kavram olduğunu düşünmüyorum.

“Mutluluk dediğimiz şey, basınç ya da hız gibi bileşik bir kavramdır. Basıncın açığa çıkabilmesi için kuvvet ve alana ihtiyaç vardır. Hızın açığa çıkması için yola ve zamana ihtiyaç vardır. Mutluluğun da yine bu kavramlar gibi tek başına var olmayan, ancak başka unsurların bir araya gelmesiyle kendisinden söz edilebilecek bir olgu olduğunu düşünüyorum.”

Peki, mutluluk nelerin bileşiminden oluşuyor diye soracak olursanız da şunu söyleyebilirim; mutluluk, kendini bilme, kendine yetme ve merkezinde kalma kavramlarının içselleştirilmesiyle açığa çıkabilecek bir olgudur. Bu nedenle tek başına dışarda var olan ve arandığında dışarıda bulunabilecek bir şey değildir. Mutluluk kişinin kendisine yetebilmesiyle, ıssız yerlerde kendine evren olabilme yeteneğiyle doğru oranda açığa çıkar. Kendinize yetebilmek, yalnızlıkları tek başınalıklara dönüştürebilmektir. Yalnız olmakla tek başına olmak arasındaki kavramsal farkı ortaya koymak ve tek başınalığın aslında yalnızlık olarak isimlendirilmek zorunda olmadığını fark etmekle açığa çıkar. Yalnız kalmak dışarıdan kaynaklanan, edilgen bir durumdur. Sizin seçiminiz değildir. Ancak tek başına olmak sizin seçiminizdir ve etkin bir sürecin sonucu olarak açığa çıkar. Aslında dışarıdan bakıldığında iki durumda da kişi “tek”tir. Ancak birinde yalnız kalmışken diğerinde kendi kalabalığıyla tek başınadır ve mutludur.

Sizce bir insan nasıl tam olarak özgürdür?

Bu soru özgürlük kavramının nasıl tanımlandığımıza bağlı olarak değişik cevaplara sahip olabilir. Ben size kendi özgürlük tanımımı vereyim: Ne kadar az şeye ihtiyacınız varsa o kadar özgürsünüzdür. Benim için özgürlük her istediğimi yapabilme fırsatına sahip olabilmek değil tüm bu isteklerden bilincimizi arındırabilme yeteneğidir. Ben nasıl kaçarım sorusunu düşünmek yerine neden buradan kaçmak istiyorum sorusunu düşünmeyi tercih etmektir. Neden son model bir arabam yok diye eksiklik hissetmeyi ve bu eksikliği bir araba alarak kapatmayı değil de bu eksikliği o arabaya sahip olmadan nasıl kendi içimde kapatırım diye düşünebilmenin özgürlük olduğunu düşünüyorum. Benim gözümde işte ancak böyle bir insan tam olarak özgürdür.

Nietzsche’nin çok sevdiğim, logo terapiyle de son derece ilişkili bir sözü var: “Yaşamak için bir nedeni olan, her türlü nasıla katlanır.” Bu bakış açısına göre acıyı nasıl yorumlarsınız?

Logo terapi deyince aklımıza doğal olarak Stoacı Psikanalist Victor Frankl geliyor. Frankl, esir kampındayken -yaşamı her an sonlandırılacak ve her şeyini kaybetmiş biri olarak- hala hayata tutunacak sağlam bir neden bulunabilir mi sorusu üzerine yoğunlaşıyor. Karısının yüzünü artık neredeyse hayal meyal hatırlıyor. Güzel ama çok az hatırlanan birer rüyaya dönüşüyor bütün geçmiş yaşamı. “Şimdi” yaşamlarımızın üzerinde tahmin ettiğimizin de üzerinde baskındır, öyle ki uzun süre ona maruz kaldığımızda bir süre sonra geçmişimiz hiç yaşanmamış gibi gelmeye başlar. Frankl, artık ismi bile olmayan, “numaralandırılmış bir şey” olarak her şeyini kaybetmişken onu hayatta tutan motivasyonu “kaybettiklerinde” değil “kazanacaklarında” bulmayı seçiyor. Yazmak istediği kitap önce sadece bir fikir olarak zihninde var olurken, sonrasında onu yaşamda tutmaya yarayacak güçlü bir “nedene” dönüşüyor. Çünkü bu fikri ismi gibi, sosyal statüsü gibi, bedeni gibi artık kimsenin ondan alamayacağını fark ediyor ve bu ona inanılmaz bir gücün sahibi olduğunu gösteriyor.  Zihnindeki kimsenin içeri giremeyeceği bu kalede günden güne inşa etmeye başlıyor kitabını. Frankl’ın yaşamak için bir nedene sahip olması ona “her nasıla” katlanacak gücü veriyor böylece. Aynı durum modern çağın altında ezilen şimdinin insanları için de geçerlidir. Hiç düşündünüz mü, her şeyin önümüze bu kadar kolaylıkla serildiği bir dünyada nasıl oluyor da hala esir gibi hissedebiliyoruz kendimizi? İşte bu sorunun cevabı, yaşamak için yoksun olduğumuz o “neden” de yatar. İnsanlar sabırsız, öfkeli, kin dolu ve tüketim çılgınlığı içinde debelenirken neden sabırlı olmaları gerektiğini bilemedikleri sürece hiçbir şeyden iflah olamazlar. Güçlü bir neden, belirsizlik içinde yüzdüğümüz bu dünya denizde bize yelken açma gücünü ve sabrını verir. Bu noktada acı artık anlam kazanır ve yine Nietzsche’nin deyimiyle “Beni öldürmeyen acı, güçlendirir”e dönüşür.

“Herkesin geçmesi gereken bir Sahra Çölü vardır,” diye yazmışsınız kitabınızda. Peki siz bu çölü aştınız mı?

Kitabı yazarken aşılması gereken bu çölden sadece bir tane olduğunu zannediyordum ancak sonra fark ettim ki aslında aşmamız gereken birden fazla Sahra Çölümüz var. Ben de kendi Sahra çöllerimden birkaç defa geçtim, onu birkaç defa aştım. Ancak bu aşmamız gereken artık başka çöller olmadığı anlamına gelmiyor. Yaşam diyalektik bir süreç içinde deviniyor. Yaşamdan deneyimlediklerimiz onun hakkında bir yargıya sahip olmamıza neden oluyor buna “tez” diyoruz. Ancak sonra bu yargılarımızla çelişen başka deneyimler de yaşıyoruz. Bu nedenle en başta belirlemiş olduğumuz yargılarımızı terk edip aksi yönde bir yargıya varıyoruz buna da “antitez” diyoruz. Ve bu sürecin sonunca iki yargıyı da kapsayacak yeni bir dünya görüşüne sahip oluyoruz bunun da adı “sentez”. İşte bu, diyalektik olarak yaşam sürecinin kendisidir. Her tezden sonra bizi antiteze ulaştıracak yeni bir sahra Çölü yolculuğu davetiyesi alırız. Neden? Çünkü bu diyalektik devinimin bir süreklilik içermesi gerekir. Yeni bir dünya görüşünüz mü var? Tebrikler, bu yeni bir çöl yolculuğunuz da var demektir. Çünkü hayat bizden sabit bir görüşe takılı kalmamızı istemiyor. Deneyime açık olarak esneklik kazanmamız yaşamın bizden en büyük ve talebi gibi geliyor. Bu nedenle Sahra çölü yolculuklarımız yaşantımız boyunca birden çok defa çıkacağımız kutsal bir yolculuklar bütünü.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

dilara_duman
Kendini dönüştürme yolculuğunda, dönüşümün en etkin yolunun bilgiyi aktarmak olduğuna inanıyor. Çok satanlar listesinden inmeyen yazar ve kişisel gelişim duayeni Louise L. Hay’in geliştirdiği Heal Your Life eğitmeni. Felsefeyi de kişisel gelişim yolculuğunun bir parçası olarak görüyor.